Notice: Undefined index: HTTP_ACCEPT_LANGUAGE in /home/onkhaber/domains/onkhaber.com/public_html/section/header.php on line 8
Mustafa AYYÜREK | Tüm Köşe Yazıları | ÖNK HABER

Gri Dalgaların Altında

Yoğun bir hüzün içerisindeydim. Soğuk ve gri bulutlar pencereden izlediğim gökyüzünü kaplamıştı, tıpkı içimde biriken düşünceler gibi bu keder yüreğimi sıkıştırıyordu. Yağmur damlaları yavaşça toprağa karışırken, her biri içimdeki ağırlığı daha derine gömüyordu. Sokaklar ıssızdı, yalnızca rüzgarın uğultusu ve uzaklardan gelen çığlıklar, kasvetli bir tedirginlik yaratıyordu. Bu sessizlik, insanın ruhunu boğan bir bunalımın yansıması gibiydi; adeta ölümün habercisi, ama kimse ölmüyordu.

İnsanlardan kaçıp eski, yıpranmış bir koltuğun köşesine sığındım. Gölgelere dalan bakışlarım, sevinci bir daha asla yakalayamayacakmış gibi hissediyordu (En azından dünyanın geldiği noktayı düşünürsek bu pek mümkün görünmüyor). İçimdeki acıdan kurtulmak istiyordum, fakat her şey beni derin bir sessizliğe çekiyordu. Sonbaharın sararmış yaprakları rüzgarda savruldukça, sanki her biri bir parçamı alıp götürüyordu. Ağaçlar her yaprak dökümünde beni biraz daha uykuya yaklaştırıyordu. Doğa bile bu kederi paylaşıyor gibiydi, her şey sessiz bir ağıt yakıyordu. Eşyalar bile… Masa melankolik, gıcırdayan kapı dertliydi. Uzaklardan yankılanan martının çığlığı ise, sadece bu sessizliğe eşlik eden bir kahkaha gibiydi.

Pencerenin ardında beni kucaklamak için bekleyen denizi izledim. Okyanusun gri tonları, içimdeki kederin bir yansımasıydı. Soğuk dalgalar arasında kaybolmuş bu umutsuzluk, sanki denizle bir olmuştu. Mavi denizi bir kenara bırakıp gri tonlardaki dalgalara odaklandım. O sularda yalnızca “...” buluyordum. Her dalga, içimdeki hislerin yankısıydı. Sanki deniz, acılarımı/zı/ alıp bilinmeyene sürüklüyordu.

Odaya, tavana, gökyüzüne, denize, hatta ruhuma sinmiş bir ağırlık vardı. Bundan hiç kimse kaçamıyordu.

Sahilde yürümek için dışarı çıktım. Denizden gelen esinti, içimde yankılanıyordu. Gözlerimi biraz önce pencereden izlediğim dalgalara çevirdim. Bir an için dalgaların arasında kaybolmayı düşündüm; denizin belirsiz sonsuzluğunda, kimliğimi, acılarımı ve tüm ağırlığımı geride bırakarak...

    

Ayaklarımın altındaki ıslak kumların soğukluğunu hissederek ilerledim. Her adım, beni daha da denizin içine çeker gibiydi. Dalgalar ayak bileklerime kadar yükseldiğinde duraksadım. Belki de bu deniz, yalnızca kederin değil, bir kurtuluşun da habercisiydi. İçimde bir yerlerde, derinlere gömülmüş bir umudun varlığını sezinledim. Her şeyin, bu gri bulutların, bu sessiz çığlıkların ötesinde bir anlamı olmalıydı. Rüzgar biraz daha şiddetlendi ve sanki doğa, içimde yankılanan bu kargaşaya eşlik ediyordu. Bir anlığına durup derin bir nefes aldım. Belki de bu karanlığın içinden çıkmanın tek yolu, onunla yüzleşmekti. Denize son bir kez baktım; soğuk dalgaların altındaki o boşluk, bana artık korkutucu gelmiyordu. Ya da bu şekilde hissetmek istiyordum…

Yazının Devamı

RAN /Bir Sütun(Translate öyle dedi)/ (İMDB 8.2)


1985, uzun metraj Akira Kurusowa filmi. Filmin Shakespeare’in ünlü yapıtı “Kral Leardan uyarlanma olduğu söylenir. Oysa ben, filme konu olan hikâyeyi daha öncesinden dile getirilmiş doğu masallarının birinde anımsadığımı biliyorum. Fakat tam olarak nereden olduğunu bir türlü hatırlayamıyorum (ki zaten Shakespeare’in de Kral Lear’ı uyarlayarak yazdığı söylenir.) 

Film, Japon tarihinin 16. yy dönemindeki feodal savaşlarını konu almaktadır. Aynı zamanda Japonya'da dönemin ünlü savaş lordu Hidetora Ichimonji'nin yaşadığı trajik düşüşü akıcı bir şekilde aktarmaktadır. Yaşlandığı için eski gücünü ve ihtişamını kaybeden Hidetora, üç oğluna topraklarını paylaştırırken büyük bir savaşın patlak vermesine neden oluyor. İhanet, intikam, sadakat, aile ve güç ilişkileri gibi temaları da gözden kaçırmayan film, Kurosawa’nın gözüyle o dönem toplumundaki değerleri ince eleyip sık dokuyarak sorgulanmaktadır. Filmdeki konunun işleniş şekli her ne kadar Japon kültürünü yansıtsa da filmi izlerken Japonların dünyasında bulunan kırılmalara, gerilimlere benzer şeyleri iç aleminizin  derinliklerinde bile yaşayacak ve kişi ve olaylarla empati kurmaktan uzak duramayacaksınız. 


"Ran" sinema eleştirmenleri ve genel izleyici kitlesi tarafından Japon sinema tarihinin en büyük yapımlarından biri olarak kabul edilmektedir. Açık ara farkla izlediklerimin en iyisi. 7 Samuray ve Rashomon benliğimde bu filme yakın izler bıraksa da Ran zihnimde daha başka bir yer edinmiş vaziyette. Film, görsel açıdan muhteşem sahneler, çarpıcı renk kullanımları, etkileyici müzikleri ve başarılı oyunculuk performanslarıyla  büyük bir etki yaratmayı başarmıştır. Ayrıca, Kurosawa'nın sinematik üslubu, düşünce derinliği ve insan doğası hakkındaki gözlemci bakış açılarıyla da övgüyü fazlasıyla hak ediyor. 

.Filmde bir baba (kral, hükümdar, lider, yönetici), üç oğul ve hükümdara biat edenler ve etmeyenler arasında mücadeleler usta bir işçilikle işlenmiş durumda. İzlerken sıkılmıyor aksine kimi sahnelerde insan kendisini filmin dünyası içerisinde buluyor. İlerleyen dakikalarda ihanet, entrika ve vefa üçgeninin keskin uçları parmak uçlarınıza değecek, kanınızın damla damla toprağı suladığını şaşkınlıkla izleyeceksiniz. En önemlisi ise bir kralın verdiği hatalı bir kararla deliliğe açılan yollarn nasıl da ardı ardına açıldığını seyredeceksiniz. Ölüm, terk ediliş, açlık, kovulma, tekrar kovulma ve umudun tam tükeneceği yerde beklenmeyen davet göze çarpacak… 

Sanırım bir filmde en çok dikkat edilen şey karakterlerin değişim süreci ve oldukları nokta ile geldikleri noktanın aktarımıdır. Filmi izlerken karakterlerin geldikleri noktayı yadırgamayacak bilakis işçiliğin çok iyi yapıldığını, karakter gelişimlerinin ne denli güzel yapıldığını kendi gözlerinizle göreceksiniz.

Yazının Devamı

Tıpkı


İnsan bu asırda kalpsizdir; belki de her asırda kalpsizdi. Bunun böyle olduğunu sözcüklerle ifade edebilecek kadar bilgili ve anlatımı istenilen düzeyde açık tutmayı amaçlayacak kadar cesur değilim.

İnsan bu asırda gaddardır; belki de her asırda gaddardı. Bunu sırf acı çeksin diye başka birinin verdiği 'akıl'larda hep gördük. İnsanın sert yüzünü iliklerimize kadar hissettiğimiz kuşkusuz bir gerçek. Nahif şiirler yazamıyor ya da ince notalı ezgilere aşina olamıyoruz. Kelimeler peşi sıra dizildiğinde beklentimiz ya ters köşe olma ya da sürpriz bir sonla bitme eğilimindedir. Çünkü yaşanan yıkımın dile getirilişi ilgimizi çekmiyor. İyi ve fayda dikkate değer olmuyor artık. Bir sanat filminin damağımızda bıraktığı tat ise sadece 'dramın hazzı' olarak kalıyor. Kendimizi kahramanın yerine koyup, yaşadığı hiçbir şeyi yaşamadan zafer edasıyla sadece sona ulaşıyoruz. Sonu hiç gelmeyen sonlara!

İnsan bu asırda laf cambazıdır; belki de anlamaya kapalıdır. Çünkü hep anlaşılmak derdindedir. Oysa çağın anlayışsızlığını kurtaracak şey; sözcükleri afili kullanma özgürlüğünde değil, insan olmamızı sağlayan sadelik ve basitlikle olacaktı. Sözcükler, mizan vakti tartıya denk düşünce en edebi olanı, her şeyi ama her şeyi en detaylı tasvirleriyle müjdeleyecek ya da pişman edecek vakitte gerçekleşecektir.

... Halbuki keşfedilmesi gereken özel bir güç var. Yıkıcı olmayan, onaran - tamir eden. Bunun insana bakan tarafı eşsiz ve mükemmeldir. Sanırım... Evet evet, hiç kuşkusuz bu güç kâinatın merkezi ve en sarsılmaz kalesidir. Kaçınılmaz bir şekilde tüm güzellikleri, tüm iyi hususiyetleri, tüm iyi meziyetleri içerisinde barındırır. Varlıklar arasında sadece insanda bulunmayan ve ancak sadece insanda gerçek yansıması olan; farklılığının ve vicdanın habercisi, hayata anlam katan olumlu tarafın ta kendisidir. Toprağa sımsıkı bağlanmış asırlık çınar ya da kökleri her tarafı saracak anlayış damarı gibi.

İçtenliğin, samimiyetin anlamı yitirilmemişse, bir patlamada yaralara merhem olacak, çarpışmaları engelleyecek, tüm yıkımlara dur diyecek kadar büyüktür bu güç. Kanadı kırık kuşun özgürlüğü, yetim bebeğin katıksız aşı, göğü delen dalın yükselişi, kadının - suçsuz bebeğin haykırışı, bir yaşlının umududur o.

Ancak, dünyayı bu sefil ve umutsuzluk veren karanlıklardan koruması gerekiyordu. Yani insanı, bitkiyi, hayvanı; dağı - taşı. Yaşlıyı, çocuğu ve genci. Kadını, masumiyeti ve kadını. Yuvasını kaybetmiş bir karıncayı ya dadalları sırf keyif için kesilmiş bir ağacı veyahut bir kuşu. Henüz uçmayı öğrenmiş ama kanadı kırık bir kuşu korumalıydı! Ama hayır, ona sahip olmayanlar kirletti tüm bunları. Onların içinde iyilik yoktu. Onlar mahrumdu o kutsal şeyden. Onlar kötüydü.

O kötüler ezmeye, yok etmeye kalkıştılar. Bu yüzden iç âlemimiz, sınırlarımız ve anlayışımız küçük bir nokta haline geldi. Daraldı. Daraldı yollar, tıpkı kafalar gibi, çıkmaz oldu bütün sokaklar, tıpkı ilerisi olmayan gelecek gibi…

İlerlemeyi, ufka ulaşmayı engelleyen duvarlar türedi kötülerle beraber. Kül oldu dünya, her şey ufaldı. Un ufak oldu. Hâlbuki küçülmesi gereken sadece mesafelerdi ve sadece çürümüş buğday ufalmalı ve bir kütük kül olmalıydı.

Evet, dünya küçüldükçe insan. İnsan küçüldükçe beşer oldu. Hakikatin bize dönük yüzü küçüldükçe küçüldü.

Değer verdiğimiz şeylere olan inancımız zayıfladı, kutsadıklarımız en iğrenç şekillerde alaşağı edildi. İnancımız zayıfladıkça kendini daha çok saklamaya başladı, daha derinlere doğru çekildi. Saklandı. Sadece bazılarımıza, en hisli olanlarımıza görünür oldu, gayrısından kaçtıkça kaçtı.

… Hâlâ kaçıp gidiyor. Yakalayamıyoruz. Gitti! Derinliklerimize doğru, en derinlerimize doğru gitti. Seslenmediğimiz için artık kulakları da tıkalı. Oysa kötülerle baş etmeye çalışmalıydık. Yapmadık. Yapamadık. Yıkıldık. Yıkılıyoruz.

Bir bebeğin bakışları kadar masumdu. Kaynağı, bebeği korur gibi korumalıydık. Bebeği korumadık... Koruma amacımız yoktu zaten. Hayallerimizde hedef için her yolun mubah olduğu gerçeği vardı.

Onlar kötüydüler. Biz de kötüydük. Oysa bebek ne kadar da masumdu!

Bebekler; sahiplendiği şeyi gücü olmamasına rağmen korurdu. Bunu en insani şekilde, yani ağlayarak yapardı, çığırtkanlık yaparak değil. Varlığa asla düşmanca bakmazlar ki onlar. Çünkü her iki hayatın en neşeli tarafı, hassas kuşudur onlar. İnsanın ne ten rengine ne de eksikliğine takılırlar.

Bir zamanlar biz, evet, biz, şimdinin büyükleri... Bir zamanların bebekleriydik. Anlayışlı olacağı ümit edilen, yolda yürürken bir böceği dahi ezmeyecek olan! Savaşı bir kenara bırakalım, haksız yere sesini dahi yükseltmeyecek olan… Büyüdük. Hızlı hızlı ayak uydurduk olumsuzluklara, henüz ilk adımı atarken kaybetmeye başladık o eşsiz güzelliği. Öyle yavaş ve sinsice ilerledik ki onun kutsallığını, önemini her geçen gün daha fazla kaybettik. Bize önemsiz ve işe yaramaz gelmeye başladı. Oysa insani şeylere ilgimiz vardı, kaybetmeme pahasına dövüştüğümüz. Uğruna ölüp ölüp dirildiğimiz. Bağlılığımız kaybolmaya yüz tutarken elimizde kalan son şeydi bu. Yitirdik.

Yağmur yağsa da içimize, köklerimiz tekrar filizlense ya… Kendimizi bKötülerin ezme ve yok etme girişimlerine karşı direnmedik. Bu yüzden iç dünyamız, sınırlarımız ve anlayışımız küçük bir noktaya indirgendi. Daraldı. Yollar daraldı, tıpkı kafalar gibi, tüm sokaklar çıkmaza gitti, tıpkı umutsuz bir gelecek gibi...

Kötülerle birlikte ilerlemeyi ve ufka ulaşmayı engelleyen duvarlar ortaya çıktı. Dünya küle döndü, her şey ufaldı. Un ufak oldu. Oysa küçülmesi gereken sadece mesafelerdi ve çürümüş buğday ufalmalı, bir kütük kül olmalıydı.

Evet, dünya küçüldükçe insan küçüldü. İnsan küçüldükçe sıradanlaştı. Hakikatin yüzü bizimle birlikte küçüldü.

Değer verdiğimiz şeylere olan inancımız zayıfladı, saygı duyduklarımız en iğrenç şekillerde yıkıldı. İnancımız zayıfladıkça daha çok kendimizi saklamaya başladık, daha derinlere çekildik. Saklandık. Sadece duygusal olanlarımız için görünür olduk, diğerlerinden kaçtıkça kaçtık.

...Hâlâ kaçıp gidiyor. Yakalayamıyoruz. Gitti! En derinlerimize, içimize doğru gitti. Artık onu çağırmadığımız için kulakları da tıkandı. Oysa kötülerle baş etmeye çalışmalıydık. Ama yapmadık. Yapamadık. Yıkıldık. Yıkılıyoruz.

Bir bebeğin bakışları kadar masumdu. Onu korumalıydık, gücü olmasa bile. Bebeği korumadık... Zaten korumak niyetimiz de yoktu. Hedeflerimiz için her yolun mubah olduğu düşüncesi vardı.

Onlar kötüydü. Biz de kötüydük. Oysa bebek ne kadar masumdu!

Bebekler; sahip oldukları şeyi güçleri olmasa bile korurdu. Bunu en insani şekilde, yani ağlayarak yapardı, bağırmadan. Onlar hiçbir varlığa düşmanca bakmazlar. Çünkü iki hayatın en neşeli yanı, onların hassas kanaryasıdır. İnsanın ten rengine veya eksikliklerine takılmazlar.

Bir zamanlar biz, evet, biz, şimdiki büyükler... Bir zamanların bebekleriydik. Anlayışlı olacağımız umut edilen, sadece yolda yürürken bir böceği bile ezemeyecek, savaşı bir kenara bırakalım, haksız yere bile sesimizi yükseltmeyecek olan... Büyüdük. Olumsuzluklara hızla uyum sağladık, henüz ilk adımımızı atarken o eşsiz güzelliği kaybetmeye başladık. O kadar yavaş ve sinsice ilerledik ki, onun kutsallığını ve önemini her geçen gün daha da fazla kaybettik. Önemsiz ve işe yaramaz görünmeye başladı. Oysa insani değerlere ilgimiz vardı, onu korumak için ölümüne savaştığımız. Bağlılığımız kaybolurken elimizde kalan son şeydi. Onu kaybettik.

Yağmur yağsa da içimize, köklerimiz tekrar filizlense... Kendimizi yeniden keşfetsek… Tıpkı..!


… Ama… İnsan bu asırda kalpsizdir; belki de her asırda kalpsizdi. Bunun böyle olduğunu sözcüklerle ifade edebilecek kadar bilgili ve anlatımı istenilen düzeyde açık tutmayı amaçlayacak kadar cesur değilim.




Yazının Devamı

Anlam Birliği Üzerine Bir Deneme


Hayatın başlı başına “tek hakikat” olduğunu ve her şeyin bu hakikat içerisinde şekillendiğini
söyleyebiliriz. Ancak, yaşam serüvenindeki deneyimler, farklı düşünce ve fikirler kişiye özel
olduğundan, inşa ettiğimiz öznel gerçekliği tek ve sarsılmaz hakikat olarak görürüz. Çelişki gibi
görünen bu ifadelerde herhangi bir problem olmadığını düşünebilirsiniz, fakat şunu sormaktan uzak
kalamayacağım: Nasıl olur da aynı hakikat etrafında toplandığını iddia edenlerin ölümüne savunduğu
ya da uğruna kelleler aldığı duruş biçiminde çıkardığı sonuçlar birbirinden farklı olabiliyor? Aynı
sözcük birini savaşçı yaparken nasıl oluyor da bir başkasını sakinleştirmeyi başarıyor?


İki kere iki eşittir dört, matematiğin en temel ön koşuluydu. Matematik için referans alınan bu
koşulla sayılar, kimsenin itiraz etmeyeceği şekilde inşa edildi. Dünyanın neresine gidersek gidelim,
matematikteki bu önkoşul her yerde aynı gelişimde şekillendi. Bu değer, farklı biçim ve formlarla
telaffuz edilse de ifade ettiği şeyin rakamsal değeri değişmemekteydi. Yani, yaşam serüvenindeki
deneyimler ve farklı düşünce ve fikirler kişiye özel olsa da kanun hükmünde bulunan bu veri, insanlığı
adeta yekpare haline getiriyordu.


Bu bilimsel ilke, insana neden sözcüklerin manalarının sayılar gibi her yerde aynı anlama
gelmediğini sorgulatıyor. İnsan, tabii olarak sayılar dünyasındaki bu değişmez yasaların, herkesi bir
arada toplayan gizlenmiş kodların, herkesçe aynı manaya gelen ve düşüncede dahi yansıması
değişmeyen verilerin sözcüklerde de olmasını istiyor. En azından kelimelerin dünyasında böyle bir şey
olsaydı, daha mutlu ve tutarlı olurduk. Ancak, konuşmaya başlarken ilk söylediğimiz şeyin anlamı
çoğu zaman muğlak ve belirsiz oluyor. Belirsizlikle birlikte mecaz anlatım yolunu da tercih ediyoruz. Ve
bizler çok iyi biliyoruz ki 'dil' kanun ya da teori değildir. Bu da dili eğilip bükülmeye maruz kalan bir
nesne haline getiriyor. Sözcüklerin sihirli kullanımıyla apaçık ortada olan bir hakikati inkâr etmemek
işten bile olmuyor, bunu da çok iyi biliyor ve buna çokça şahit oluyoruz. Laf cambazlarının kelimelere
kattıkları yeni bakış açılarından sonra aynı sözcük, zihnimizde yeni çağrışımlarla doğuyor ve
kelimelerin kırılgan yapısından dolayı "aynı" dilsel ifade hepimize ayrı ayrı pencereler açıyordu.


Örneğin, ‘kuş’ sözcüğünü ele alalım. Bu sözcük, kimimiz için serçeyi, kimimiz için kartalı,
kimimiz için de bambaşka bir canlıyı temsil edecektir. Her ne kadar ‘kuş’ derken zihnimizde kanatları
olan, iki ayaklı, gagasıyla beslenen ve yumurtlayarak çoğalan bir canlı şekillense de, serçenin kartal
olmadığı gerçeği bizi daima yanıltacaktır. Yeni bir şeyi icat etme tutkusuyla biri aslana kartal başı ve
kartal kanadı ekleyerek hayatımızda asla var olmayan yeni bir türden bahsedecektir. Ortaya çıkan yeni
türle birlikte kuş tanımımız genişleyecek ve bambaşka sonuçlar şekillenecekti.


Peki, bizler basit bir şekilde ifade edilen ‘kuş’ sözcüğünde bile ortak bir noktada
buluşamayacaksak konuyu nasıl kavrayacağız? Hangi noktalarda bir araya gelip hangilerinde farklı
olmamız gerektiğini nasıl anlayacağız? Toplu kavrama hareketini dile getirenler bile sarf ettiği
cümlelerle bizlerin bütününü yakalayamazken, biz dinleyiciler nasıl birleştirici bir hükme varacağız?


İşte tam bu noktada, dil için de tıpkı matematikte olduğu gibi ortak bir kabul ve belirleyici bir
referans noktası bulma gerekliliği baş gösteriyor. Söz konusu referans noktası hem bizim gibi olmalı
hem de içimizden en iyisi. Hem yiyip içmeli hem de asla israf etmemeli. Hem sesini en uzaktakine
duyurmalı hem de bağırmamalı. Hayatı sözcükleriyle; sözcükleri hayatıyla çelişmemeli. En önemlisi
'kırılgan' olmamalı. Yeri geldiği zaman en yakınındakine bir köleye layık gördüğünü layık görebilmeli.
Sağlam anlayışa ve çelik iradeye sahip olmalı. Söylemleri çağları aşmalı ve her çağda uygulanabilir bir
yol açmalı, problemin çözümü için uygulanabilir yöntem belirleyebilmeli. Daha önemlisi konuştuğu
zaman dile getirdiklerini ondan asırlar sonra gelsek bile o an yanındakilerin anladığı neyse bizim
anlayacağımız şeyin, çıkaracağımız sonucun farksız olmasını sağlamalı. Yorum yolunu kapalı tutmalı.

Örneklemi uzattıkça uzatabiliriz, oysa dünyamızda bahsi geçen konunun karşılık bulması çok
zor. 'İnsan, insanın kurdudur' tanımlaması ve bu tanımlamanın geniş bir kitle tarafından kabul
edilmesi de ayrı bir güçlük yaratıyor. Herkes kendi inancını temsil edeni 'en iyisi işte budur' diye görüp
daha makul bir fikre kapalı oldukça, hem zorluk artacak hem de bütünleştirici unsura ulaşmamız asla
mümkün olmayacaktır.

Acaba kelimeleri sayfaya nakşeden kişi, söylemin neresinde kalıyor, demek en tabii hakkınız.
Amaç aynı noktada buluşmak olduğu için sayfaya kelimeleri dizenin değil, hakikat diye gösterilecek
noktanın gerçekten hakikat olup olmadığı gerçeğidir. Eğer işi yazma eylemini gerçekleştiren şahsa
indirgersek sonuç değişmeyecek, aynı tepeden aşağıya doğru yuvarlanmaya devam edeceğiz.

Her şeyden bağımsız olarak, şimdi karşımıza çıkan sorun şu oluyor: Referans noktası olarak
kabul ettiğimiz insanın söylemlerini nasıl ortak bir şekilde değerlendireceğiz? Madem sözcükler
kırılgan ve kaygan bir zeminde, herkes yine içine doğan aydınlığa göre şekillendirmeyecek mi
hakikatini? Hâlbuki hakikat tek ve birdir. Eğer söylendiği gibi hakikat tek ve birse, o zaman bunu en iyi
ifade edeni dinlemek ve ancak ona tabi olmakla konu çözülebilir. Bu gerçekleştiği zaman problem
tereyağından kıl çeker gibi selamete kavuşacak ve kişi ile hakikat arasına giren her şey bertaraf
olacaktır.

Son durumda, referans kabul ettiğimizin verdiği mesaj, iki kere iki eşittir dört olarak
yüreğimize işleyecek ve matematikteki sayı birliği gibi dildeki anlam birliğini yakalayacağız. Ne mutlu
müjdeli haberi verene ve ona uyana. Ne mutlu "sevgili, en sevgili, ey sevgili" dağılmışken bizi tekrar
bir araya getireceksin, diyebilene.
---

Yazının Devamı

Avrupa’nın Gölgesi Kimin Üstüne Düşer (1)

Geçen hafta İtalya’dan döndüm ve fark ettim ki Anadolu’nun dünyası göğsümde tazyikli serin bir su gibi fışkırırken diğer dünya deneyimlerinden uzağım. Bunu en başta ifade etmem gerek. Çünkü yanlı olmayan, kişinin kendi dünyasını yansıtmayan bir şey asla değerlendirilme konusu olamaz. 


Bu kişisel anlatımdan sonra asıl konuya dönecek olursak. Türkiye o kadar güzel ki, Avrupa’ya dair yapılan güzellemeler benim nazarımda boş tenekeden çıkan anlamsız sesler gibi kulakları tırmalıyor. Bu ses mi bizi aptallaştırıyor yoksa zaten aptal mıyız, karar veremiyorum. Ancak teneke sesine karşı olan tutumumun bazı yankıları İtalya turuyla gün yüzüne çıktı. 


Bir yerin veya bir mekanın reklamlar yoluyla öne sürülen kartpostal görüntüleri, sinema, televizyon, dergiler ve sosyal medya aracılığıyla sunulan neredeyse kusursuza yakın gösterimleri beni hep şüpheye düşürmüştü. Nasıl olurda ‘batı’ dışında kalan neredeyse her yer barbar ve yabani olabilirdi? Ya da nasıl olur da dünyanın sözde medeniyetten geri kalmış kara ve denizleri sadece mistik yerler olarak görülebilirdi? Bu bilindik ifade şimdilik burada kalsın. 


Denir ki, bir yalanı yeterince tekrar edersen, doğruluğuna herkesi inandırabilirsin. Ve işte tenekeden etrafa yayılan yalancı ses önce enstrümana dönüşmüş, ardından da muazzam bir orkestra gibi insanların kulağına ‘neşe’ notaları serpiştirmişti. Bu illüzyonun arkasında yatan gerçekleri görmek ise işte burada önem kazanıyor. Örneğin; Göz, gördüğü görüntülere aldanmış, bitmek bilmeyen yeşilliğiyle büyülenmişti. Ancak onların park ve bahçelerine, sokaklarına attıkları çöpler görülmüyor, sözde medeni insanların pervasız hareketleri göz ardı ediliyordu. Affedersiniz ama yere sadece Anadolu insanı tükürmüyor, sadece İranlılar ceza kesmiyor ya da sadece bazı Suriyeliler hırsızlık yapmıyordu. Ayrıca kırmızı ışık yanarken sadece doğu insanı karşıdan karşıya geçmiyor ve trafik kazaları hep aynı yerlerde olmuyor! Bunları pek tabii her yerde görmek mümkündür. Kısacası orada olanla başka yerde olanlar aynıdır.


Karadeniz bölgesinin ormanları ve eşsiz doğası orayı aratmayacak cinsten değil miydi? Yaylaları ve gölleri korunmuş olsaydı, Castel - Gandolfo’dan farksız olacaktı hiç şüphesiz. Bu durumun en güzel örneklerinden biri, Trabzon'un yaylalarındaki doğa harikalarıdır. En azından bir zamanlar öyleydi. Bu söylediklerime pek çok göz defalarca tanıklık etmiştir. 


Hayatta insana kendisini kötü hissettiren çok şey vardır. Eğer olumsuz bir şeyi gizlemek istiyorsan, Batı’nın yöntemlerini kullan. Eline kamerayı al ve Bologna’dan Roma’ya uzanan yoldaki ormanı yeşil perdeyle çek. Bunda yeterince başarılı olmadığını düşünüyorsan Russell Crowe’lu Kolezyum’un içinde gösterişli ve insanı çarpan Gladyatör’ü sahnele. Bu senaryoyu desteklemek için aynı işlemi farklı yerlerde ve farklı karelerle yeterince tekrarla. Emin ol, o şey artık olumsuz görülmeyecektir. En azından insan zihninde olumsuzluğun olumlu bir yer edineceği kesin! 


İşte onların kanlı sermayeleri üzerine bina ettikleri ön kapak ve başlıkları bu ve benzeri. Ön kapaktan kastımı şöyle bir iki cümle ile aşağıda detaylandırayım. 


Avrupa’yı son yüzyılda yazılmış en güzel kitap olarak kabul edersek, karşımıza benzersiz bir kitap ismi, göz alıcı bir kapak tasarımı ve ilk sayfaları titizlikle yazılmış edebi bir eser çıkar. Ancak, edebi bir eser için bunlar tek başına yeterli mi? Elbette ki hayır. Okumaya devam ettikçe satırlarda; kin, gaddarlık, bireysellik, nemelazımcılık, ikiyüzlülük ve nihayetinde ölüm temalarını buluruz. Öldürme ve sistemli işkencelerle yapılan sömürüler de cabasıdır. Üstelik, bu konuları işleyen filmlerle 'özür' mesajları vererek... Örneğin soykırımları anlatan filmleri. Şunun da farkındayım İtalya özelinde Avrupa’nın sadece bunlardan ibaret olduğunu ifade etmiyorum. İtalya’da bulunan yüzlerce yıllık eserleri inanın ağzım açık kalarak izledim. Yapılan binalar bana bu dünyadan değilmiş gibi geldi. Fakat orada yaşayanların da insan olduğu gerçeği unutulmazsa her yerle aynı olduğu net bir şekilde gözlemlenecektir. Ancak o zaman doğru bir izlenim elde edilecektir.

 

Bunların dışında şunları eklemek istiyorum. Sen Nemi’de Çilek Köyü’ne giderken bir esnafın sana kazık attığını, pizza yediğinde kasada ücreti üç katına çıkardıklarını ve soyulduğunda kimsenin umursamadığını göreceksin. İstanbul’daki bir insan hırsızlık yapıyor da Floransa’daki yapmıyor muydu? Biz Napoli’ye gitmezden evvel rehberin bizi kaç kez dikkat edin, diye, uyardığını asla unutmayacağım!


Bu metinde, gezi ile ilgili izlenimlerimin ilk kısmını paylaşıyorum sizinle. Bu izlenimlerin elbette ki sadece olumsuz deneyimlerle sınırlı değil. Ve gezi ile ilgili yazıları seriler şeklinde bir süre devam ettirmeyi düşünüyorum. Her yazımda gezinin farklı bir noktasına odaklanmaya çalışacağım. Tekrarlamak istiyorum İtalya’yı gezerken çok keyif aldım ve çok eğlendim. Yeni yerler görüp, farklı insanlarla karşılaştım. İngilizce bilmeden erkek tuvalet kapı kolunun kırık olduğunu bile anlattım (işaret diliyle değil tabii ki).Bu deneyim beni çok mutlu etti. Rehberin gideceğimiz yerler hakkında önce otobüste sonra mekanda aktardığı şeyler olağan üstüydü. İmkan bulacak herkesin bunu deneyimlemesi gerektiği fikrindeyim. Ancak, bu gölge altında kalınmadan yapılmalı. 

 

Sonuç olarak, Avrupa’nın sunduğu görüntülerin, yaptığı kaliteli reklamların ardında yatan gerçekler, dikkatle incelendiğinde ortaya çıkıyor. Gidildiği zaman dönüş kendine yabancılaşma olarak sonuçlanmasın. Ve ancak şunu asla ama asla unutmayalım; Avrupa’nın gölgesi kimin üstüne düşerse o karanlıkta kalıyor!

Yazının Devamı

MADAROZİS

Her sabah uyandığım gibi koridorun loş ve kasvetli ortamından irkilerek ilerler mutfaktaki yoğun yağ, balık ve arta kalmış bilmem kaç günlük çöplerden evin dört tarafını saran pisliğe basa basa… İnsan burnunun direğini kıran, genzini yakıp belki de kusturan kokuya aldırış etmeden duvarın dibindeki aynanın önünde bulurdum kendimi. Horozların bile hala uyanmadığı bu geç saatte zar zor açtığım sol gözümle mendebur suratıma bakıp sürekli yaptığım gibi ‘puh bana,’ diye kendimi azarladım. İlerleyen vakitle beraber güneşin ziyası aynadan gözbebeğime yansır ve yansıyan ışıktan sol gözüm kamaşırdı.  Sonra huzursuzluk içerisinde sağ elimle diğer gözümü ovuşturup dururdum. Ve işte her ne oluyorsa bu ovuşturmayla başlıyor aynı senaryoyu tekrar tekrar yaşamaya devam ediyordum.


Birazcık olsun huzura erdiğim, küçük bir kırıntı duygusuyla bile olsa kendimi sükunete ererken bulduğum gece, beni yine terk etmişti. Sabah sabah vitray camlarını andıracak penceremden içeriye kırılarak girmiş güneş ışınları, göz çukurlarımı, gözlerimi, beynimi yumrukluyor adeta beni çileden çıkarıyordu. Pencereden kırılarak ta gözlerimin içine kadar yansıyan bu ışınlar yüzünden beynim parça parça oluyor, bi daha bi daha dağılıyordum. Anladım ki her gecenin gerçekten kaçınılmaz şekilde gündüzü oluyormuş.  O pis, küçük, mendebur suratıma bakıp…  varoluşu kusursuzlaştırma dışında başka hiçbir işe yaramadığı söylenen o kıl parçasının her sabah olduğu gibi bu sabah da göz kapağımın altından ufak ufak darbelerle hareketlenerek dirildiğini hissettim.  İşte o an bir kez daha anladım ki göz kapağımın altına saklanan bu melun şey yüzünden kırıp - dökecek, her tarafa yine küfürler yağdıracaktım... 

Ve salı, perşembe, cumartesi ettiğim küfürleri ede ede hışımla gözümü yerinden çıkaracak şekilde ovuşturmaya başladım. O ucube, ovuşturmalarımla yerinden oynayıp göz kapağımın yukarı kısmına kadar kaçıp saklanmış, sanki dört duvar arasında köşeye sıkıştırılmış ilkel bir hayvan gibi ona her dokunduğumda pençesiyle beni paramparça etmişti. Önceki sabah da ondan öncekinden önceki sabah gibi gene huzursuz şekilde uyanmış aradan geçen bilmem kaç saat sonra kan çanağına dönmüş gözlerimle ‘zavallı’ şekilde sızıp kalmıştım. Aynı huzursuzlukla uyanıp aynı olayı kısır döngü gibi yaşamak beni hayli huysuzlaştırmış ve hayatımdan bezdirmişti. Sinirimden derdimi kimseye anlatamıyor, kimseyi yanıma dahi yaklaştıramıyordum.

 

Öylesine sıkıntılıyım ki, üzerime karabasan gibi çöken huzursuzluğu boğmak ve takatimin yettiğince bağırmak istiyorum. Bunu yapabilirsem kurtulacağımı ya da hiç olmazsa…


Bu sabah birazcık olsun, evet, birazcık olsun ferahlamak düşüncesiyle ‘Ya bismillah’ çekip aynanın karşısına attım kendimi. Meymenetsiz suratıma şöyle bir bakıp ‘puh bana’ dedikten sonra ellerimle göz kapağımı kaldırmaya, beni çileden çıkarıp “on iki kızgın adam” haline getiren o kılı bulmaya çalıştım. Gözümü bir o yana bir bu yana oynatıp duruyor, kalın parmaklarımla iyi - kötü demeden sülük gibi vücudumun en hassas noktasına yapılan bu işgale karşılık vermeye çalışıyordum. Tüm becerikliliğimle bunun üstesinden gelip hafiflemeye gayret ettim. Bu mendebur, bu melun şeyden kurtulmak için bir kez daha deneme yapmaya karar verdim. Aheste aheste ama emin hareketlerle, sabırla uğraşmış olmak beni epeyce umutlandırmıştı.  Normal bir insanın görünce şaşıracağı ve kendi baş parmağı kıvamındaki  kalın serçe parmağımı kullanmayı da en sonunda akıl etmiştim. Bu akıllı hareketimle şimdi gözümün orta bölümüne saldıran o zararlı, o kirli, o mikrop şeyi çıkarıp atmayı başarmıştım. Oh, ne büyük mutluluk, ne büyük saadet!



Ve işte şimdi yeniden gün ayıyordu. Bin bir renge bulanmış ışınlardan kaçmak isteyen gözlerim; dün sabahın vermiş olduğu zafer sarhoşluğuyla gece geç vakte kadar diri kalmış olacak ki tekrar kapanmak istiyor, uyanık kalmaya çalışan vücudumu yatağa doğru itiyordu. Fakat, ben, her sabah olduğu gibi inatla davranıyor yataktan çıkıp doğruca aynanın önünde buluyordum kendimi.


Ve ben, evet, ben… Öylesine hüzünlüyüm ki! Öylesine kederli… Bir daha uyandığım zaman yatağımdan kalkıp aynanın önüne geçmeyeceğim. Kesinlikle bunda karar kılacağım. Her ne oluyorsa o aynanın önüne geçince oluyordu. Aklımı başıma toplayıp topladığım bütün akılla kısır döngüden kurtulacağım. Bu fikrimde sebat ve inat edeceğim, en azından bir kereliğine bile olsa bunu başaracağım.


Gün bir daha bitti, vakit de gece yarısını geçeli üç saat oldu. Gözlerim hala kan çanağı gibi ve üç gecedir uyumamışım. Bu ne saadettir ki sabah uyanıp aynanın karşısında kendimi bulmuyor, güneşin kırık ışınları vitray penceremin camından gözlerime ilişmiyordu ve ben de gözümü, sağ gözümü ovuşturmuyordum.. Aman Allahım, ah Allahım! Bu ne büyük keyif, bu ne büyük mutluluk! 


Doğrusu şu an ki mutluluğuma ne diyecek ne de itiraz edilecek bir şey var. Fakat daha kaç gece uykusuz kalabilirim, bilmiyorum. Bana öyle geliyor ki en sonunda geceleyin uyuyacak ve sabah yataktan uyandığım gibi altın işlemelerle süslenmiş, kocaman aynanın önüne geçip kendime cüce aynasından bakmaya… Yo, yo. Hayır Allah’ım!


Yo, hayır, hayır. Uyumamalıyım, ayakta kalmayı başarıp insan içine çıkmalıyım. Bakın, demeliyim insanlara... Bakın, ben de tıpkı sizin gibiyim... Gözüme, sabahın fecrinde kirpiğim kaçmıyor, uykusuz kalmıyor gözlerim ve beni kahreden aynadan yansıyan o renksiz huzmelerden etkilenmeden ben de görüntüme bakıp saçımı tarıyorum. İçim tıpkı sizinki gibi kıpır kıpır. Kim bilir belki herhangi bir ayın üçünde ya da beşinde bu isteğim yerine gelecek. Muhakkak surette bu gerçekleşecek biliyorum. Çünkü biliyorum, bu isteğim yerine gelecek. Biliyorum!


Hani dedim ya ne olursa olsun uyumayacağım, uykusuz kalacağım da aynanın karşısına geçip kendimle karşılaşmayacağım, diye. Daha fazla uykusuzluğa dayanamadım ve pazartesi günü güneşin batışıyla uykuya daldım.. Sabah hışımla yüz yıldır uyuyormuşum gibi uyandım. Gözlerim adeta feri sönmüş vaziyetteydi, rengim solmuş suratım kaymıştı. Uyandığım zaman mavi, mor, kırmızı, sarı ışınlar penceremden içeriye hızla giriyor ve beynimi delip geçiyordu. Ben ilerlerken küflenmiş ekmek koridorun bir kenarda duruyor hemen yanında yere düşmüş çaydanlıktan dökülen dem simsiyah şekilde olduğu gibi halıyı süslüyordu. Atıklara basa basa, ayak parmaklarıma kıymıklar bata bata aynaya doğru yürüdüm. Aynanın önünde dakikalarca, saatlerce gözümle oynuyor ve bir yerine şimdi gözüme kaçan iki tane kirpiği çıkartmakla uğraşıyordum.. Rabbim bu nasıl bir işkence? Bu nasıl ders verme? Bu nasıl… Rabbim!

Yazının Devamı

Melankoli

Yoğun hüzün içerisindeydim. Soğuk ve gri bulutlar pencereden izlediğim gökyüzünü kaplamıştı. Yağmur damlaları yeryüzüne ağır ağır düşerken, ağaçlar rüzgarın etkisiyle uğulduyordu. Sokaklar bomboştu, çığlıklar her tarafa gergin bir hal veriyordu. Bu durum, insanı çepeçevre saran ruhi bunalımların adeta ölüm haberi gibiydi. 

Hüzünlü bir halde odanın köşesinde eski ve yıpranmış koltukta oturuyordum. Bakışlarım uzaklarda kalıp, sevince hiç yetişmeyecek gölge gibiydi ve içimdeki derin acıdan kurtulmayı amaçlıyordum. Sessizlik, odanın her noktasına karamsar bir dokunuş katıyordu. Sonbaharın solgun yaprakları savruluyor, ağaçlar, yapraklarını birer birer kaybederken bedenimin yavaşça uykuya dalışını göz önüne seriyordu. Bu dönem, sanki doğanın da melankolik dirilişiydi. Demek gerçekmiş, insan nasıl hissederse her şey ona göre şekilleniyormuş. Masa melankolik, gıcırdayan kapı dertli, kahkahadan ölmek üzere olan martı sancılıydı

Pencereye gözüm ilişti. Pencerenin ardında beni bekleyen denize daldı gözlerim, uzun süredir içimde taşıdığım derin hüznü o kadar iyi yansıtıyordu ki... Mavi denizi bırakıp soğuk ve gri tonlardaki dalgalara odaklandım. Denizin içinde kendi kederimi, derdimi, gamımı buluyordum. 

Odaya, tavana, gökyüzüne, denize, gözlerimin ta içine sirayet etmiş bir hava var. Bundan kurtulamıyorum

Sahilde yürümek için evden dışarı çıktım. Deniz esintinin çırpınışları kulaklarımda yankılanıyordu. Gözlerimi biraz önce pencereden izlediğim dalgalara çevirdim. Bir anlığına dalgalar arasında kaybolup gitmeyi... Dalgaların dumanlı sonsuzluğu ve sahilin yalnızlığı arasında kim olduğumu umursamadan yürümeyi…

Yazının Devamı

Çok En Tek Ka

Geciktim

Tüm öfkesiyle dönüp bana baktı

Titreyen vücudunda yumruklaştı elleri

Tüm hışmıyla döndü bana baktı 


Kapıyı çalamadım, içeri giremedim

Telaşlı, endişeli

Kaskatı silüeti ruhumda sancırdı 

Öyle olunca anladım

Neden geciktiğimi


Odanın kapısı.. duvarları yıkık dökük 

Ve tavan yer tarafından yutulmuş

Gamla kederle

Yüz binler endişeyle 

Gözler gökyüzüne dikilmiş 

Bomboş ve sönük 

Hüznün en beyazı çökmüş üzerine

Hareket yok, kıpranma yok, sıcaklık yok

Gönlümü dağlayan solgun ışık 

Neden geciktin der gibi


Eski neşeler acıyla yer değiştirdi 

Hâlbuki sıcacık elleri daha dün avucumdaydı

Pembe yanaklarını okşayıp

Yavrum uyan demiştim 


Oysa ben 

Ben hep gecikirdim

Öperken veya tutarken ellerini

Severken veya kıymet bilirken hepsini

Titreyen bir alev gibi üşümüş

Mevsiminde sararan yaprak gibi dökülmüşüm


Eski neşeler acıyla yer değiştirdi

Hâlbuki daha şimdi gözleri gözlerimdeydi

Al al yanaklarını değdirip dudaklarıma

Sevdiceğim esaret benim payım demiştim


Eski neşeler acıyla yer değiştirdi

Hâlbuki demin çatlamış ayakları alnıma değmişti

Anam, babam, bacım, kardeşim deyip

Koca bir tahta kurulmuştum


Ah dilim acıyor

Kalbim kıymık gibi saplanıyor bağrıma

Az evvelki solgun ışık da neydi

Ah acıyor kalbim

Kıymık batıyor dilime


Bu sallantı, bu zelzele, bu yıkılmışlık

Bu bilinmez yazgı, bu sarsıntılı dökülüş, bu yer yarılması

Bunlar sadece arzda mı oluyor sanırsın

Senin, benim, onun böğründe

Geciken bir ben miyim sanırsın

Pembe yanakları henüz soğumuş bir bebeğin

Bir kelebeğin, üveyik kuşunun

Zemheride kırkı çıkmamış bir annenin solan gönlünde

… 

Bahara kalmadı sürur

Ezildi üveyik kuşlarım

Ramazana yetişemediler 

Şimdi sevinci kalmaz artık bayramların


Geciktim

neden

nasıl

niçin geciktiğimi,

ne zaman 

nerede

kime geciktiğimi 

bilmeden geciktim


Geciktim

Tüm öfkesiyle dönüp bana baktı

Titreyen vücudunda yumruklaştı elleri

Tüm hışmıyla döndü bana baktı 

Yazının Devamı

Hay Çocuk!


Bakışları masumiyet gülü kokan bir çocuktu. Saçları biraz uzunca, gözleri sarı, yeşil, kahve... Sus pus, kendi halinde tembel bir çocuk! Kimsesi olmadığı gibi herhangi bir işi de yoktu. 'Eli iş tutmaz, tembel işte aylak aylak dolaşır' derlerdi onun için. Hâlbuki biri yol gösterdi mi, aslan kesilirdi. Fırsat verselerdi dağı kuruyan sünger gibi hallaç pamuğuna çevirirdi... Elli değil, yetmiş değil tam yüz kilo taşırdı. Fırsat verselerdi görün o zaman tüm herkese sevgiyle nasıl kucak açar ve aşılmaz denen engelleri nasıl da aşardı. Fırsat verselerdi daha bir sürü şey yapardı.
Bazıları 'bak bize benziyor, o da bizim gibi' şeklinde nutuklar atar, durumu usulsüzce kotarmaya çalışırdı. Ben aldırmazdım buna, inanmazdım bu nutuklara. Zaten nerede bir nutuk, nerede bir hengame varsa orada ya suçluluk psikolojisi devreye girerdi ya da buna benzer daha başka bir şey. Hem nerden bize benzeyecek ki o çocuk? Yo yo, hayır, bize hiç mi hiç benzemezdi. Çünkü o tek başınaydı, yalnızdı, karamsardı. Tembeldi ya, eli iş tutmazdı! Nerden bize benzeyecekti?
Sonu gelmeyen bir yolun uzayıp giden kimi kara kimi ak, ama çokça kara çizgileri alın yazısında çoğalmış ve onu ense kökünden vurmuştur. Her yol ayrımında hep birilerini kaybetmiş, hayatın sillesini yemiş, ama hiç kazanmamıştır.
Hey çocuk, vay çocuk, bre çocuk!
Babası dünyayı terk edeli kim bilir kaç yıl, anne desen bırakıp gideli yıllar yıllı olmuş. Ah o baba! O baba yok mu, kaç kez evlenmiş, her evliliğinden kaç çocuk yapmış, sayısını bilen yok. Umursamaz, sefaya düşkün bu insan kırığının, bu sefil babanın gerçekte kaç kez evlendiğini bilen biri de yokmuş ya neyse!
Güneşte kavruk toprak, rüzgarda nereye düşeceği belli olmayan tüydü. Ne yolu belliydi ne de izi. Ne varılacak mezili bulunurdu ne de sırtını yaslayabileceği dayanağı.
Akrabaları vardı... Vardı ya bilmem kaç yıl evvel verdikleri on kuruşun hesabını sormuşlardı. Dilsizdi ya çocuk, hayatı boyunca kafasına vuranı, ekmeğini çalıp kaçanı eksik olmadı. Sorunları çoktu, ama bir türlü kelimeleri bir araya getirip konuşamadı, anlatamadı, içi içini yedi hep. Bazen öyle keskin bir sıkıntı kalbini deşerdi ki konuşmak bir tarafa etrafında kimseyi görmek dahi istemezdi. Hasılı kelam etrafında kimse de bulunmazdı zaten. Dilsiz oluşu konuşamadığından değildi, kendini ezik hissedişindendi belki de kimsesizliğindendi. Kimi zaman ise akrabaları o varken... Evet, evet, yanlarında o çocuk varken evlatlarını en içten duygularla sevişlerindendi. Hem de gözlerinin içine baka baka... Ve kim bilir daha neler nelerdendi?
Düştüğü zaman kaldıranı olmadı ki, hep kendi emeğiyle ayağa kalktı. Aç kaldığında doyuranı olmadı ki aç yattı. Kavga ettiğinde koruyanı, hastalandığında bakanı, üzüldüğünde teselli edeni de olmadı. Nasıl konuşsun? Nasıl bizim gibi olsun? Hayır, hayır! O hiç bizim gibi değildi.
Biz yirmi, yirmi beşlerimize kadar baba ocağında bebeler gibi dolaşırken, o henüz beş ya da yedi yaşlarında, bir sığıntı gibi yer değiştiriyor, belki bu defa sevinci bulabilirim diye heyecana geliyordu. Yaşı ha beş olsun ha yedi... Kaç yaşında olduğu fark etmeksizin gülümseyeceği yaşta tebessümden bihaber amaçsızca dolanıp... Ah çocuk, bre çocuk, vay çocuk!

Kim zaman seksen yaşındaki bir piri fani kahkahasıyla, neşesiyle ölümü selamlardı. Halbuki bu çocuk oyun çağının en bereketli zamanında hayatın en kederli noktasında kendine yer buluyordu ve daralan duygu dünyasıyla hepimize meydan okuyordu. Fakat bu meydan okuyuş çoğu zaman karşılıksız kalıyor ve bitmek tükenmek bilmeyen acılarıyla başbaşa kalıyordu.

Bebek sayılacağı dönemde böylesi acılar yaşamamalıydı. Onu seyredenler; elinde boyama kalemi ya da gelişigüzel karalanmış bir defterle karşılaşmalıydı. Ama ona her bakan karşısında öfkesiyle ne yapacağını bilmeyen bir yetişkin görürdü.
Saymakla bitmez çocukların hüzün şarkısıdır yalnızlık senfonisi.

Düşse tutanı, ağlasa susturanı, kaçsa getireni, el öpmek istese… Ama biz, biz öyle miydik? Her yol ayrımında sevsek de sevmesek de bizim için doğru olanı yapan birinin müşfik elini muhakkak sırtımızda hissederdik. O elin sıcaklığında ya bir bardak su ya da tatlı bir şerbet içerdik. Bazen o el ne şerbet ne de su vermezdi; ama o el hep bıkmazdı, hep vardı. Sokak aralarında dolaştığımızda kuytu yerlerde bazen bir serseriye dur, derdi, bazen de okul çıkışında bizi köşeye sıkıştırmış bir köpeğe yallah çekerdi...

Bir çocuk tanıdım... Dediler ki o çocuk tıpkı bizim gibi… Yo yo, hayır, hiç bizim gibi değil. Kış, şiddetini tüm keskinliği ile hissettirirken o çocuk ya mendil sattı ya da sıcaklığında cennete uçtuğu kibrit kutularını. Bakışları anlamsız ve matem doluydu. Karnı açlıktan içeri çökünce sessiz sedasız köşesine çekilir, hüzünle fırın camından öylece içeri bakardı.

Kaç Pollyanna onun içini ferahlatır, kaç Ayşecik bir Ömer’in evlat edinmesini sağlayabilirdi onun için?

Böyle bir çocuğun varlığını çok kere hatırlıyorum. İnsan böyle bir durumda başını hangi taşa vurur, hangi yas şarkısını söyler, bilemiyorum.

Ana-baba olmadı mı, yetime-öksüze sahip çıkan biri olmadı mı, hayat kişinin ayaklarına vurulmuş prangadan başka bir şey değildir.

Yo yo, konuşmayalım artık, hayatın derin manalar içeren dehlizlerinde sıkıntı çekmediğimizi bilelim. Başımızda saçımızı okşayan bir el hep varken, her ne olursa olsun bizden vazgeçmeyen mütebessim bir aileye sahipken o çocuk bizim gibidir, demeyelim. Şunu kabul edelim artık: ayağına vurulmuş prangayla yürümeye çalışan o çocuk sadece kendi gibidir.

Yazının Devamı

TIPKI

İnsan bu asırda kalpsizdir; belki de her asırda kalpsizdi. Bunun böyle olduğunu sözcüklerle ifade edebilecek kadar bilgili ve anlatımı istenilen düzeyde açık tutmayı amaçlayacak kadar cesur değilim.

İnsan bu asırda gaddardır; belki de her asırda gaddardı. Bunu sırf acı çeksin diye başka birinin verdiği 'akıl'larda hep gördük. İnsanın sert yüzünü iliklerimize kadar hissettiğimiz kuşkusuz bir gerçek. Nahif şiirler yazamıyor ya da ince notalı ezgilere aşina olamıyoruz. Kelimeler peşi sıra dizildiğinde beklentimiz ya ters köşe olma ya da sürpriz bir sonla bitme eğilimindedir. Çünkü yaşanan yıkımın dile getirilişi ilgimizi çekmiyor. İyi ve fayda dikkate değer olmuyor artık. Bir sanat filminin damağımızda bıraktığı tat ise sadece 'dramın hazzı' olarak kalıyor. Kendimizi kahramanın yerine koyup, yaşadığı hiçbir şeyi yaşamadan zafer edasıyla sadece sona ulaşıyoruz. Sonu hiç gelmeyen sonlara!

İnsan bu asırda laf cambazıdır; belki de anlamaya kapalıdır. Çünkü hep anlaşılmak derdindedir. Oysa çağın anlayışsızlığını kurtaracak şey; sözcükleri afili kullanma özgürlüğünde değil, insan olmamızı sağlayan sadelik ve basitlikle olacaktı. Sözcükler, mizan vakti tartıya denk düşünce en edebi olanı, her şeyi ama her şeyi en detaylı tasvirleriyle müjdeleyecek ya da pişman edecek vakitte gerçekleşecektir.

... Halbuki keşfedilmesi gereken özel bir güç var. Yıkıcı olmayan, onaran - tamir eden. Bunun insana bakan tarafı eşsiz ve mükemmeldir. Sanırım... Evet, evet, hiç kuşkusuz bu güç kâinatın merkezi ve en sarsılmaz kalesidir. Kaçınılmaz bir şekilde tüm güzellikleri, tüm iyi hususiyetleri, tüm iyi meziyetleri içerisinde barındırır. Varlıklar arasında sadece insanda bulunmayan ve ancak sadece insanda gerçek yansıması olan; farklılığının ve vicdanın habercisi, hayata anlam katan olumlu tarafın ta kendisidir. Toprağa sımsıkı bağlanmış asırlık çınar ya da kökleri her tarafı saracak anlayış damarı gibi.

İçtenliğin, samimiyetin anlamı yitirilmemişse, bir patlamada yaralara merhem olacak, çarpışmaları engelleyecek, tüm yıkımlara dur diyecek kadar büyüktür bu güç. Kanadı kırık kuşun özgürlüğü, yetim bebeğin katıksız aşı, göğü delen dalın yükselişi, kadının - suçsuz bebeğin haykırışı, bir yaşlının umududur.

Ancak, dünyayı bu sefil ve umutsuzluk veren karanlıklardan koruması gerekiyordu. Yani insanı, bitkiyi, hayvanı; dağı - taşı. Yaşlıyı, çocuğu ve genci. Kadını, masumiyeti ve kadını. Yuvasını kaybetmiş bir karıncayı ya da dalları sırf keyif için kesilmiş bir ağacı veyahut bir kuşu. Henüz uçmayı öğrenmiş ama kanadı kırık bir kuşu korumalıydı! Ama hayır, ona sahip olmayanlar kirletti tüm bunları. Onların içinde iyilik yoktu. Onlar mahrumdu o kutsal şeyden. Onlar kötüydü.

O kötüler ezmeye, yok etmeye kalkıştılar. Bu yüzden iç âlemimiz, sınırlarımız ve anlayışımız küçük bir nokta haline geldi. Daraldı. Daraldı yollar, tıpkı kafalar gibi, çıkmaz oldu bütün sokaklar, tıpkı ilerisi olmayan gelecek gibi…

İlerlemeyi, ufka ulaşmayı engelleyen duvarlar türedi kötülerle beraber. Kül oldu dünya, her şey ufaldı. Un ufak oldu. Hâlbuki küçülmesi gereken sadece mesafelerdi ve sadece çürümüş buğday ufalmalı ve bir kütük kül olmalıydı.

Evet, dünya küçüldükçe insan. İnsan küçüldükçe beşer oldu. Hakikatin bize dönük yüzü küçüldükçe küçüldü.

Değer verdiğimiz şeylere olan inancımız zayıfladı, kutsadıklarımız en iğrenç şekillerde alaşağı edildi. İnancımız zayıfladıkça kendini daha çok saklamaya başladı, daha derinlere doğru çekildi. Saklandı. Sadece bazılarımıza, en hisli olanlarımıza görünür oldu, gayrısından kaçtıkça kaçtı.

… Hâlâ kaçıp gidiyor. Yakalayamıyoruz. Gitti! Derinliklerimize doğru, en derinlerimize doğru gitti. Seslenmediğimiz için artık kulakları da tıkalı. Oysa kötülerle baş etmeye çalışmalıydık. Yapmadık. Yapamadık. Yıkıldık. Yıkılıyoruz.

Bir bebeğin bakışları kadar masumdu. Kaynağı, bebeği korur gibi korumalıydık. Bebeği korumadık... Koruma amacımız yoktu zaten. Hayallerimizde hedef için her yolun mubah olduğu gerçeği vardı.

Onlar kötüydüler. Biz de kötüydük. Oysa bebek ne kadar da masumdu!

Bebekler; sahiplendiği şeyi gücü olmamasına rağmen korurdu. Bunu en insani şekilde, yani ağlayarak yapardı, çığırtkanlık yaparak değil. Varlığa asla düşmanca bakmazlar ki onlar. Çünkü her iki hayatın en neşeli tarafı, hassas kuşudur onlar. İnsanın ne ten rengine ne de eksikliğine takılırlar.

Bir zamanlar biz, evet, biz, şimdinin büyükleri... Bir zamanların bebekleriydik. Anlayışlı olacağı ümit edilen, yolda yürürken bir böceği dahi ezmeyecek olan! Savaşı bir kenara bırakalım, haksız yere sesini dahi yükseltmeyecek olan… Büyüdük. Hızlı hızlı ayak uydurduk olumsuzluklara, henüz ilk adımı atarken kaybetmeye başladık o eşsiz güzelliği. Öyle yavaş ve sinsice ilerledik ki onun kutsallığını, önemini her geçen gün daha fazla kaybettik. Bize önemsiz ve işe yaramaz gelmeye başladı. Oysa insani şeylere ilgimiz vardı, kaybetmeme pahasına dövüştüğümüz. Uğruna ölüp ölüp dirildiğimiz. Bağlılığımız kaybolmaya yüz tutarken elimizde kalan son şeydi bu. Yitirdik.

Yağmur yağsa da içimize, köklerimiz tekrar filizlense ya… Kötülerin ezme ve yok etme girişimlerine karşı direnmedik. Bu yüzden iç dünyamız, sınırlarımız ve anlayışımız küçük bir noktaya indirgendi. Daraldı. Yollar daraldı, tıpkı kafalar gibi, tüm sokaklar çıkmaza vardı, tıpkı umutsuz bir gelecek gibi...

Kötülerle birlikte ilerlemeyi ve ufka ulaşmayı engelleyen duvarlar ortaya çıktı. Dünya küle döndü, her şey ufaldı. Un ufak oldu. Oysa küçülmesi gereken sadece mesafelerdi ve çürümüş buğday ufalmalı, bir kütük kül olmalıydı.

Evet, dünya küçüldükçe insan küçüldü. İnsan küçüldükçe sıradanlaştı. Hakikatin yüzü bizimle birlikte küçüldü.

Değer verdiğimiz şeylere olan inancımız zayıfladı, saygı duyduklarımız en iğrenç şekillerde yıkıldı. İnancımız zayıfladıkça daha çok saklanmaya başladık, daha derinlere çekildik. Saklandık. Sadece duygusal olanlarımız  için görünür oldu, diğerlerinden kaçtıkça kaçtı.

.. .Hâlâ kaçıp gidiyor. Yakalayamıyoruz. Gitti! En derinlerimize, içimize doğru yitip gitti. Onu çağırmadığımız için kulaklar da tıkandı. Oysa kötülerle baş etmeye çalışmalıydık. Ama yapmadık. Yapamadık. Yıkıldık. Yıkılıyoruz.

Bir bebeğin bakışları kadar masumdu. Onu korumalıydık, gücü olmasa bile. Bebeği korumadık... Zaten koruma niyetimiz de yoktu. Hedeflerimiz için her yolun mubah olduğu düşüncesi vardı sisli düşüncelerimizde.

Onlar kötüydü. Biz kötüydük. Oysa bir bebek ne kadar da masumdu!

Bebekler; sahip oldukları şeyi güçleri olmasa bile korurdu. Bunu en insani şekilde, yani ağlayarak yapardı, bağırmadan. Onlar hiçbir varlığa düşmanca bakmazlar. Çünkü iki hayatın en neşeli yanı, onların hassas nefes alış verişidir. İnsanın ten rengine veya eksikliklerine takılmaz onlar.

Biz, evet, biz, şimdinin büyükleri... Bir zamanların bebekleriydik. Anlayışlı olacağı umut edilen, yolda yürürken bir böceği bile ezemeyecek… Savaşı bir kenara bırakan, haksız yere sesini yükseltmeyecek olan... Büyüdük. Olumsuzluklara hızla uyum sağladık, henüz ilk adımımızı atarken o eşsiz güzelliği kaybetmeye başladık. O kadar yavaş ve sinsice ilerledik ki, o gücün kutsallığını ve önemini her geçen gün daha da fazla kaybettik. Önemsiz ve işe yaramaz görünmeye başladı bize. Oysa insani değerlere ilgimiz vardı, onu korumak için ölümüne savaştığımız. Bağlılığımız kaybolurken elimizde kalan son şeydi o. Kaybettik.

Yağmur yağsa ya içimize, köklerimiz tekrar filizlense ya... Kendimizi yeniden keşfetsek… Tıpkı..!



Yazının Devamı

KÂİNATIN GÜNEŞİ

00.01; yeryüzü aydınlanmak için hareket etmeye başlıyor. Vakit gece yarısı, biz uyurken saat 00.07 oluyor ve an belirginleştiği zamana, parlayacağı ana doğru hızla ilerliyor. 00.25; genç, ama emin lakaplı. 00.40; olgun aynı zamanda kararlı ve dinç. Saniyeler birbirini kovalıyor, dakikalar geçiyor ve saat 01:03. Gelecek pırıltılı saatlerin tamamlanmış olma halinin belirginleştiği an ve biz uyumaya devam ederken ‘Kâinatın Kuşatan Ziyası’ vadedilen için herkese göz kırpıp...

*** 

Saat ilerledi ve az sonra 03:39 oldu, farkına varılmayacak bir nesne gibi...

Saat ilerledi, ilerledi, ilerledi. 03:39 değil artık, çoktan gelip çattı büyüsü, sihri… Hakikatin son taşıyıcısı gözlerini açtı. Endişeye, kargaşaya, karışıklığa yer vermeyecek şekilde bir dağın eteğinde, sesleniyor.

***

Saat 06.08; güneş sızarak içeriye girdi, göründü ha görünecek. Uyuyamayanlar şimdi derin uykuda karışık duygularla cedelleşiyor. Güneş yeni doğdu ama huzursuz insan anlaşılan o ki günün kalanını uyuyarak geçirecek. Bundan rahatsız, yazık ki umursamıyor, fark edilmesi gerekeni maalesef ıskalıyor. Hakikate yönelme teveccühü yok, gücü var, muhakeme yeteneği var ama kendisine inancı yok. 

Huzursuzluk, gündüz uyutacak cinsten. Gece ise uyanık kalacak. Her şeyin öldüğü saatte cansız iken diri gibi olacak. 

Saat 06,10; o artık Öğretmen… Yeni, saf ve temiz fikirlerle vasıta değiştirerek ders vereceği okulun yolunda. Bu dönemin ilk gün heyecanını öğrencileri ile paylaşma telaşında.  

Bir öğrenci tembellik etmiş, uyanmak istemiyor. ‘Hastayım anne, bugün okula gitmesem mi?’ Diyor. Annesi kıyamıyor oğluna, çocuğa ilişmeden odasına dönüyor. Eşinin yanına. Eşi, hanımına tüm içtenliği ile ‘Bırak hanım, kendi keşfetmeye koyulsun. Yılların bozgunculuğu onu çok hırpalandı, bırak uyanma vaktini kendisi bulsun ve o vakti bulduğunda da hemen...’ 

*** 

… Ve adam usulca hanımının hazırladığı kahvaltı sofrasına yöneldi. Beraber yiyip içtiler. Adam gerçeğe gitti, hanımı ayet ayet hayatı işlemeye… 

Bir horoz gür çağrısıyla sabahın ilk nurunu müjdeledi. Peşinden kuşlar en muazzam ötüşleri ile bu kutlu müjdenin huzurlu sesine ahenk kattı. ‘Çoban’ vakur adımlarla ilerledi. Kısa bir an sonra şafak horozu ve ona eşlik eden türlü türlü kuşlar düetleri ile aynı anda insan yüreğine engin notalarını serpiştirdi. Yatağının içerisinde bir o tarafa bir bu tarafa dönüp duran, hakikat saatini fark edemeyenin zihninde amansız çelişkiler... Musikiyi işitmek istemeyen gönlünü yastığının altına saklama telaşında. Ama nafile, hayat kısa!

Bir geyik önceki günün yorgunluğunu atmış olmanın içgüdüsüyle, yeşermiş otlaklar arasında bir o yana bir bu yana gidip geliyor, neşesi yerinde ve muazzam bir hakikati yakalamış gibi onurlu. Geceyi dinlenmeden geçiren ‘Çoban,’ sürüsünü kavalının peşine takıp dağ bayır demeden ilerliyor. Annesini kaybetmiş bir kuzu ‘me’ sesi ile sürü içerisinde etrafı dolaşıyor, kaybettiğini arıyor. Kuzuyu güven içerisinde hissettirecek ‘Çoban,’ kuzuya bir rota çiziyor... Sarılıp koklaşıyorlar. Kuzu mutlu, herkes mutlu! ‘Çoban,’ ‘an’ın çığır açacağının farkında. 

Sabahın huzuru sokak aralarına işliyor, bir ışık huzmesi perde ile örtülen pencereden usulca içeri sızıyor, gün ha ağardı ha ağaracak. Fakat ışığa rağmen karanlık hüküm sürmek istiyor. Karanlık mücadelesini bu yönde veriyor. Kahrolası ölçüp, biçemiyor. Pençesine aldığı potansiyel ‘Nur’ adaylarını karanlığa gömüyor. Kimisi boğulup gidiyor, kimisi buna zorlanıyor, kimisi kurtuldu ha kurtulacak! Işıkla aydınlanacak gibi kimi karanlık noktalar ve bazıları gerçekten de aydınlanıyor. Yüzleri ak bir şekilde…

Saat 06.24; karanlık ışıkla savaşında ilk ciddi mağlubiyetini alıyor. 06.25; karanlık tekrar kazanmayı deniyor. Kazanıyor da ama güç yettiremiyor. 06.27; karanlık debeleniyor ve ilk büyük tokadını yiyor…

Güneş açalı çok oldu, şimdi her taraftan ışık huzmeleri yayılıp karanlığı boğuyor. Horozun sabah ötüşüne vurgun gönüller mest, bir ceylan sekerek her yükseldiği noktayı kendisi ile birlikte yüceltiyor. Bunu evren tüm zerreleri ile hissediyor. 

***

Şimdilerde karanlık kendisine defalarca tur bindirmiş ışığın önünde görünüyor lakin nafile huzmeler yetişti ha yetişecek. Karanlık bir tur farkı daha yiyince bir daha baskın gelmek için çabalayamayacak. Bunu biliyor ve bu yüzden hile üstüne hile yapıyor. Fakat ezelden belli, ebet hep ışıklı ve aydınlık olacak.

Belli ki gönüller ‘Saat 00.01’in yeryüzünü aydınlatan ışığın ilk anını, insanların uykuda iken saat 00:07 oluşunu belirginleşen zamanını, parladığı vakti hala hissediyor. 00:25’in genç ama emin oluşunu. 00:40’ın olgun aynı zamanda kararlı ve dinç çabasına uyanmayı tekrar bekliyor. Saniyeler birbirini kovalarken, dakikalar geçiyor ve saat 01.03’te duruyor. Aslında güneşin hiç batmadığını, gelecek pırıltılı saatlerin tamamlanmış olma halinin sadece belirginleştiği anı… 

Ve ‘Huzursuzlar’ uyumaya devam ederken ‘Kâinatın Canlılığı Kuşatan Ziyası’nın vadedilen için herkese bir kez daha göz kırptığını görüyor.





Yazının Devamı

ÖLÜM

ÖLÜM 


Kararmış ruhlar gibi karartılan deniz fenerine, 

Üstümüze karabasan gibi çöken bezginlik vaktine,

Hissizliğin bitimsiz uyuşukluğuna,

Dört bir yanımızı kuşatan esaret parmaklıklarına,

Niyeydi diye soramadan göçüp giden yaşlılara, gençlere ve emekleyen bebeklere,

ve şimdi aslından kopup geride kalmış her bir şeye

bakıyor

Eyvah, “peşimizde” diyoruz.


İnsanın insan kemirmek için doğduğuna,

Haksızlığa uğrayanın içeri atıldığına,

Mehmet’in iki hece arasına sıkıştırıldığına,

Beş vakit alnı secdeye gidenin hoyratlığına,

Yalan yere yemin edenin şahitliğine,

Emanete sahip çıkanın sömürüldüğüne,

Güneşe, aya, yıldızlara,

Uçan kuşa, dörtnala koşan atlara,

Zeytine, Tur dağına, Sina'ya,

Taife, Uhud’a,

Gündüze, peşi sıra gelen geceye,

ve şimdi aslından kopup geride kalmış her bir şeye

bakıyor

Eyvah, “peşimizde” diyoruz.


Zaman iyiliği, sevgiyi, neşeyi avuçlara kustuğunda,

İhsan elimizden kayıp giderken eğilip diz üstü çöküldüğünde,

Birliktelik “hiç” uğruna feda edildiğinde,

Kurumuş balçık çamurunda “kin” insan kesildiğinde,

Başlangıçtan sona doğru akan an nehrinde “ömür” boğulduğunda,

Zincirlenmiş asırlar boyunduruk altına alındığında,

Telaşla uyanıp gölgeye sarınıldığında,

Her sabah hak yenmemiş gibi esenlik dilendiğinde,

ve şimdi aslından kopup geride kalmış her bir şeye

bakıyor

Eyvah, “peşimizde” diyoruz.


"Hikmet dolu Kur-an’a -

Saf bağlayıp duranlara -

Haykırıp sürenlere -

Yolda zikir okuyanlara -

Apaçık kitaba andolsun ki -

Bir ağırlık taşıyanlara -

Kolayca akıp gidenlere -

Emri bölüşenlere -

Meleklere -

Düzgün yollara sahip gökyüzüne -

İşi çekip çevirenlere -

Güneşe, onun parıltısına -

Andolsun, yöneldiği zaman geceye -

Andolsun, aydınlandığı zaman sabaha ki"

O gün her bir şey bir bir aslına koşup kavuştuğunda

Eyvah, “yakalandık” diyeceğiz.


Yazının Devamı

Sonsuzluk Peşinde

İnsanın hayatta pes etmemesi, sınırlarını zorlaması ve kendi potansiyelini keşfetmek için çaba sarf etmesi gerekmektedir. Bu yolculuk, insanı sıradanlığın dışına çıkarıp derin bir bağlantı kurmasını sağlayacak bir pusulayı aramasını gerektirir. Ancak bu pusulayı doğru kullanarak başarıya ulaşmak mümkündür. İnsan, başarısızlığın üstesinden gelmenin tadını bir kez tattığında, hayata dört elle sarılarak her şeyin daha kolay ve daha sevindirici hale geldiğini fark edecektir.


Hayat yolculuğunda, canlıların ilk deneyimlediği duygu genellikle emeklemedeki başarısızlıktır. Yavru halinde olan her canlı, defalarca deneyerek düşe kalka emeklemeyi öğrenir ve sonunda ayaklarının üzerinde durmayı başarır. Ayakta durma çabası zorlu bir mücadeledir ve insan tutkusunun en yorucu ve yıpratıcı dönemidir. İşte bu süreçte hayata dört elle sarıldığımızı anlarız. Ayaklandığımız anda, ilk olarak yakın çevremizi etkileriz. Yavrunun yaşamını derinden etkileyen bu çaba, zaferle sonuçlanır. Bebeklik dönemindeki bu ayaklanma, gelecekte karşılaşacağı fırsatları yakalayacağının ve eninde sonunda başarılı olacağının habercisidir. İsyan ve uyumun mükemmel bir uyumu burada gizlidir. Pes etmeyen ve vazgeçmeyen kişiye en az iki müjde vardır. İlki, bireyselliğini kazanmış olmanın sevincini yaşar ve ikincisi, her türlü zorluğun üstesinden gelebileceğini anlar.


İnsanın yolculuğu, hayatın farklı aşamalarında devam eder. İlk adımlarını atan çocuk, yürümeyi öğrenme sürecinde de başarısızlıklarla karşılaşır. Ancak pes etmeden denemeye devam ederse, bir gün yürümeyi başarır. İnsanın içindeki arzu ve azim, başarısızlıkla karşılaştığında bile onu ileriye taşır. Her başarısızlık, yeni bir deneyim ve öğrenme fırsatıdır. İnsan, bu deneyimler sayesinde kendi sınırlarını aşar ve potansiyelini keşfeder.


Yolculuk sadece bireysel değildir, aynı zamanda başkalarıyla ve evrenle olan derin bir bağlantıyı da içerir. İnsan, diğer insanlarla etkileşime girerek büyür ve gelişir. Empati ve anlayışla diğerlerini desteklerken, kendi büyümesine de katkıda bulunur. Bu etkileşimler, insanın pusulasını daha da netleştirir ve yolculuğunu daha anlamlı hale getirir.


Sonsuzluk peşindeki yolculuk, sürekli bir ilerleme ve gelişme sürecidir. İnsan, hayatta karşılaştığı engellerle mücadele ederken, içindeki gücü ve kararlılığı keşfeder. Her başarı, insanın kendine olan güvenini artırır ve yeni hedeflere yönelmesini sağlar. Yolculuk boyunca insan, kendi potansiyelini sınırlamadan, hayallerinin peşinden koşar ve hayatından en iyi şekilde yararlanır.


Sonsuzluk peşindeki yolculuk, insanın hayatını derinlemesine yaşamasını sağlar. İnsan, kendini keşfetmek ve evrene anlam katmak için sürekli olarak öğrenmeye ve büyümeye açık olmalıdır. Bilgi ve deneyimlerle beslenen bir ruh, sonsuzluk yolculuğunda ilerlemeyi sağlar.


Bu yolculukta insan, zaman zaman başarısızlıkla yüzleşebilir ve zorlu dönemlerden geçebilir. Ancak pes etmeyenler, bu zorlukların üstesinden gelerek daha da güçlenir. Her düşüş, insanın daha da yükselmesi için bir fırsattır. Yolculuğun zorluğu ve başarısızlıkla karşılaşma olasılığı, insanın kendini aşmasını ve gerçek potansiyelini ortaya çıkarmasını sağlar.


Sonsuzluk peşindeki yolculuk, bir kişinin içsel dönüşümünü ve büyümesini de beraberinde getirir. İnsan, yolculuk esnasında kendi değerlerini sorgulayarak daha anlamlı bir yaşam amacı bulabilir. Kendi potansiyelini keşfettikçe, içsel huzur ve tatmin duygusu da artar.


Bu yolculuk aynı zamanda insanın başkalarına yardım etme ve dünyaya katkıda bulunma çabasıyla da doludur. İnsan, kendini sadece kendi başarısıyla sınırlamaz, aynı zamanda başkalarının da başarılı olmasını destekler. Empati ve sevgiyle dolu bir kalple, insan evrenle derin bir bağ kurar ve birlikte daha büyük bir amaca hizmet eder.


Sonsuzluk peşindeki yolculuk, hayatın anlamını keşfetme ve derin bir tatmin duygusuyla dolma yoludur. İnsan, pes etmeyerek, kendine ve başkalarına olan inancını koruyarak bu yolculuğa devam eder. Her adım, yeni bir deneyim ve büyüme fırsatı sunar.


Sonuç olarak, insanın sonsuzluk peşindeki yolculuğu, hayatın sıradanlığından sıyrılarak kendini keşfetme ve potansiyelini tam anlamıyla ortaya çıkarma çabasıdır. Pes etmeyenler, başarısızlıklardan ders çıkararak ilerler ve her adımda büyür. Yolculuk, bireysel ve kolektif bir dönüşümü beraberinde getirir ve insanın evrenle derin bir bağ kurmasını sağlar. Hayata dört elle sarılıp yolculuğa çıkanlar, hayatın anlamını bulur ve içsel tatmini yakalarlar.

Yazının Devamı

İkinci Şans

Bir gün Ahmet adında bir lise öğrencisi, bahar ayının zihni kucaklayan berraklığı içerisinde okuldan eve doğru yürüyordu. O an onun aklındaki tek şey dün oynadığı oyunu tekrar oynamaktı. Oyuna dalıp gitmek ve oyunun vermiş olduğu deneyimi bir kez daha tüm derinliğiyle hissetmek, yeniden yaşamak istiyordu. Yol boyu Ahmet’i harekete geçiren, adımlarını hızlı hızlı atmasını sağlayan şey oyun oynamak fikriydi. Ödevlerini yapması gerektiğini de biliyordu, ancak bu detayı hiç hatırlamamaya çalışıyordu…

Eve vardığı zaman ilk yaptığı şey bilgisayarın başına geçmek oldu. Zevkle saatler boyu oyun oynadı. Ailesi, sorumluluğunun bilincinde bir çocuk olduğu düşüncesiyle akşam yemeğine dek Ahmet’i hiç ama hiç rahatsız etmedi. Oysa Ahmet, odasında sanal dünyanın içerisine hapsolmuş, farkında olmadan olumsuz bir dünyanın kapısını açıyordu. Ailesinin onun hakkındaki iyi düşüncelerin aksine, o, tüm çocukluk duygusuyla içine girdiği bu durumun nimetlerinden faydalanıyordu. 

Ertesi sabah uykusuz şekilde uyanıp okul yoluna koyuldu. Mahcubiyetle ödevini yapmayı unuttuğunu hatırladı. Panikledi, ama buna rağmen derse geç kalmamak için hızla ilerledi. Okula yetiştiğinde başı öne eğik vaziyette sırasına oturdu. Bu mahcup hale hayatı içerisinde bir bilemedin iki kez daha karşılaşmıştı. Fakat yine de şimdiki sorun diğer ikisinden de çok daha farklı bir kriz halindeydi… Kendini suçlu hissetti ve öğretmeninden özür dilemek için ayağa kalktı

Öğretmeni, Ahmet'e ödevini neden yapmadığını sorduğunda, Ahmet utançla başını bir kez daha önüne eğdi ve dürüstçe bilgisayar oyunu oynamaya daldığını itiraf etti. Öğretmeni bir an sessiz kaldıktan sonra Ahmet'le sakin bir şekilde konuştu. "Ahmet, herkes hata yapabilir. Önemli olan bu hatadan ders çıkarmaktır. Ödevlerin, sorumluluklarının bir parçasıdır ve bu sorumluluğu yerine getirmek senin için önemlidir. Sana kızacağımı düşünüyor olmana rağmen dürüstçe olayı ifade etmiş olman çok önemli ve çok güzel bir davranış,” dedi.

Ahmet, öğretmeninin sözlerini içine sindirdi. Ahmet’in kendisine olan güveni sarsılmış olsa da, hatalarından ders çıkarmaya karar verdi. Öğretmeni, Ahmet'e ödevini tamamlayabileceği bir ek süre verdi ve ona dürüstlüğünden dolayı desteğini sundu. 

Ahmet, öğretmeninin de yardımıyla ödevini hızla tamamladı. Oyun oynamak elbette çocuklar için önemliydi, ama Ahmet, bu olayla önceliklerini belirlemeyi öğrenmişti. İlerleyen süreçler içerisinde kendisine verilen sorumlulukları zamanında yerine getirmek için daha fazla özveri ve gayret göstermeye başladı. 

Bu deneyim, Ahmet'in hayatında bir dönüm noktası oldu. Lise yıllarında, ödevlerini zamanında yapmanın ve sorumluluklarını yerine getirmenin önemini daha da iyi kavradı. Hatalarının onu hayattan geri tutmaması gerektiğini öğrendi ve herkesin her zaman ikinci bir şansı hak ettiğini fark etti.

Yazının Devamı

AKILLI UZUN KUYRUK VE ÜZGÜN AĞAÇ

Bir zamanlar yuvasından yeni uçmuş akıllı mı akıllı bir serçe varmış. Bu serçenin kuyruğu diğer serçelerin kuyruğuna pek benzemezmiş. Diğer serçeler hem az akıllı hem de kısa kuyruklu olduklarından dolayı bu serçeye Akıllı Uzun Kuyruk adını vermişler. Her işi çabucak çözer, kimseyi incitmeden her şeyi kolayca halledermiş. Akıllı Uzun Kuyruk, bunları yaparken büyüklerden fikir alır, arkadaşlarıyla ortak hareket edermiş. Uçtuğu zamanlar orman sakinlerinin sıkıntısı var mı, yok mu ya da herkes iyi ve güvende mi, diye sürekli etrafı kollarmış.

Bir gün Akıllı Uzun Kuyruk uçarken dengesini kaybedip yalnız ve tek başına kalmış bir ağaca çarpmış. Hemen toparlanıp “Özür dilerim sevgili ağaç, umarım size bir zararım dokunmamıştır,” diyerek üzüntüsünü dile getirmiş. Ama ağaç o kadar hüzünlü ve yalnızmış ki büyük bir ahtan başka hiçbir sözcük kullanmamış. Buna bir anlam veremeyen Uzun Kuyruk tam uçup gidecekken ağacın bir sorunu olduğunu anlayıp gitmekten vazgeçmiş. Ağaca dönüp saygıyla selam verdikten sonra şöyle demiş “Yoksa size çarptığım için mi bu kadar üzgün ve sessizsiniz.” Ağaç, “Hayır,” diye cevap vermiş. Akıllı Uzun Kuyruk, “O halde sizi bu kadar üzen şey nedir?” diye sormuş. Ağaç yine derin bir ah çekmiş ve susmuş. Akıllı Uzun Kuyruk ağacı şöyle bir süzdükten sonra ağacın dallarının gittikçe sarardığını ve hiç çiçek açmadığını görmüş. Ağacın yaprakları sarardığı için de kuşlar bu ağacı beğenmeyip hep başka ağaçlara yuva yapmış.

Uzun süredir terk edilmiş olan Üzgün Ağaç, hemen kaçıp gitmeyen serçeye “Adın ne senin,” diye sormuş. Serçe, “Benim adım Akıllı Uzun Kuyruk,” demiş. Üzgün Ağaç, “Eğer gerçekten akıllıysan sana derdimi anlatmadan sen benim derdimi çözersin,” demiş. Serçe ağacın kurumak üzere olan dallarından birine tüneyip, “Derdi veren dermanını da yollar elbet, sen yine de anlat bakalım,” diye karşılık vermiş. Yalnız Ağaç derin bir ah çektikten sonra, anlatmaya ne hacet her şey zaten besbelli değil mi? Akıllı Uzun Kuyruk, Yalnız Ağaç’ın etrafından bir kaç tur attıktan sonra hiçbir şey söylemeden uzaklaşıp gitmiş. Yalnız Ağaç, belki derdi çözülür diye umutlanmış ama bir kez daha terk edildiği için üzüntüsü birken bin olmuş.

Yalnız Ağaç bir hafta boyunca hem kulaklarını kapatmış hem de gözlerini hiç mi hiç açmamış. Hayatı son bulsun diye Allah’a yalvarıp durmuş. Aradan bir hafta geçtikten sonra Akıllı Uzun Kuyruk, Yalnız Ağaç’ın dallarından birine tüneyip gagasıyla gözlerine sertçe vurmuş. Ama Yalnız Ağaç hiç oralı olmayıp oflayıp puflamış. En sonunda canı o kadar yanmış ki hışımla gözlerini açmış.  Tam gözlerine gagasıyla vuran Akıllı Uzun Kuyrak’a bağıracakken bir de ne görsün, dalları güzelleşmiş, sararan yaprakları yeşillenmiş ve de en önemlisi kuşlar tekrar tepesinden uçup yüzlerce yuva yapmış. Yalnız ağaç şaşırmış ve çok mutlu olmuş. Çünkü artık eskisi gibi kuşlara yuva olmuş ve yalnızlıktan kurtulmuş. Tüm bunları Akıllı Uzun Kuyruk, arkadaşlarıyla ağaç için su kanalı açıp köküne gübre atarak yapmış.

Yazının Devamı

ÖLÜMSÜZ

Yaşlanıyorum, hızla. Ömrüm uzadıkça kısalıyor, büyüyorum. Oysa ki bu hızlı ilerleyişe dayanamıyorum. Çünkü ne yapacağımı bilememekten korkuyorum ve bir hükme karşı nasıl davranacağımı kestirememekten irkiliyorum. 

Ürküyorum. Herkese benziyorum, herkesten tırsıp kaçıyorum. Kuytu bir ormanın siluetine sığınıyorum, yeniden filizlenmiş ağaca sarılıp yine uyuyorum. Yaşlanıyorum. Ağaçları seviyorum. Kedileri. Köpekleri. En çok kayayı oydukça oyan yeni filizlenmiş o bitkiyi. Oysa ki hep yaşlanıyorum. Kalan zamanım kısaldıkça ömrüm uzuyor. Fark edemiyorum. Gün almaya devam ediyorum. 

Yaşamak kaygısından kargalar uğursuzluk için ötmezdi, şom ağızlı değildi baykuş, gözlük taktığı zaman. Kalem, sadece kelam ehli için değildi, cümleleri ifade edebilen hayalleri iliştirmenizi sayfaya. En soluksuz heyecanım yaşlanıyor içimde, korkuyor ve ürperiyorum. Ölmekten değil, bir daha ben olamamaktan… 

Grafitin ucuyla bir kale oturtuveriyorum kâğıttan gökyüzüne, gökkuşağı açıyor siyah beyaz. Ölüm geliyor aklıma, ölmekten korkuyorum. Hiç var olmamış gibi yaşamaktan… Korkuyorum. Endişeleniyorum. Bir daha tutunamayacağımdan. Oğuz, düşüyor aklıma, monolog diyaloglarının en huzursuz anları dolduruyor benliğimi... 

Büyük payeyi kaçırmaktan, bir çocuktan, uçurtmadan, uçan kuştan, bahçeden; en çok çorak bir araziden, dört büyük melekten, dört halifeden, dört harften… On üçüncü kattan. On üçüncü katı seviyorum ve beş yüz yetmiş biri, pazartesi gününü, nisan ayını en çok güz mevsimini ve hazanı… Seviyorum. Korkuyorum. Yaşamaktan. Hakkını verememekten korkuyorum. Hak yemekten. Uyanmayı seviyorum ve uyumayı. Korkuyorum uyanamamaktan ve bir daha asla uyuyamamaktan ve uyumaktan ve uyumaktan. Seviyorum… Karmaşayı ve belirsizliği. İkili duyguları tek nefeste zıddıyla yaşamayı. Seviyorum, ama korkuyorum. Korkuyorum işte ama çok ama az. Ürküyorum. Bir ceylanı… Avuçlarım arasında sıkmaktan bir güvercini, bir serçeyi… Aslanları seviyorum. Zaman geçiyor, yaşlanıyorum. Aslanı da yaşlandırıyordu zaman ve fakat ancak en çok beni. 

Yaşlanıyorum, seviyorum, korkuyorum. Korkuyorum, seviyorum, yaşlanıyorum. Yaşlanıyorum. Hızla. Çok çok hızla. Varlık hiç olmadığı kadar güzel, yokluk olmadığı kadar… Sıkılıyorum, utanıyorum, ürküyorum, vazgeçmek istemiyorum… Aklımı yitirmekten, şafak atmaktan, kalbimin ağzıma gelmesinden ve cüret etmekten, cesur olmaktan, atılganlıktan, üstüne gitmekten, yürekten, güvenmekten; yiğitlikten hoşlanıyorum. Dörtnala koşanlardan, yüzerek uzaklaşanlardan, kaçıp gelenlerden, uçup kaçanlardan çok ben... Korkudan korkuyorum. Cenneti arzuluyorum, Cehennemden kaçmıyorum. Korkuyorum ama trene biniyorum. Vazgeçmiyorum binmekten. Ve belki hiç trene binmekten. Geceyi çokça seviyorum, gölgemi… Haramileri. Haram yiyenleri sevmiyorum. ‘Helal rızık keyfe kâfidir,’ diyor. Diyeni seviyorum. Ama aynı zamanda hiç sevmiyorum. Hiçi seviyorum. Ve gündüz gözü düş görmeyi. Halisünasyonlarımı. Paranoyak hallerimi. Panik ataklarımı. Takıntılarımı. Kendimi beğenmiyorum. Ama kendime değer veriyorum. Tıpkı mitolojik bir kartal gibi, sen gibi, o gibi ben de eşsizim, diyorum. Kendime değer veriyorum. İnsanlardan kaçıyorum. En çok da kendimden… Kendimi seviyorum.  

Gittiğim her yere kendimi götürmekten sıkıldım. Artık kendimi bırakıp gidiyorum. Çünkü bir gün… Gerçekten yaşlanıyorum. Hakikat bu. Kaçtıkça, ölüme kaçıyorum.  Ölüyorum! 

Yazının Devamı
Copyright © 2024 Tüm Hakları Saklıdır. Başarım Ajans - Haber Yazımı Web Tasarım Sosyal Medya Yönetimi Reklam Yönetimi