Notice: Undefined index: HTTP_ACCEPT_LANGUAGE in /home/onkhaber/domains/onkhaber.com/public_html/section/header.php on line 8
Melankoli | Mustafa AYYÜREK | Köşe Yazıları | ÖNK HABER
Mustafa AYYÜREK

Melankoli

: 29-05-2024

Yoğun hüzün içerisindeydim. Soğuk ve gri bulutlar pencereden izlediğim gökyüzünü kaplamıştı. Yağmur damlaları yeryüzüne ağır ağır düşerken, ağaçlar rüzgarın etkisiyle uğulduyordu. Sokaklar bomboştu, çığlıklar her tarafa gergin bir hal veriyordu. Bu durum, insanı çepeçevre saran ruhi bunalımların adeta ölüm haberi gibiydi. 

Hüzünlü bir halde odanın köşesinde eski ve yıpranmış koltukta oturuyordum. Bakışlarım uzaklarda kalıp, sevince hiç yetişmeyecek gölge gibiydi ve içimdeki derin acıdan kurtulmayı amaçlıyordum. Sessizlik, odanın her noktasına karamsar bir dokunuş katıyordu. Sonbaharın solgun yaprakları savruluyor, ağaçlar, yapraklarını birer birer kaybederken bedenimin yavaşça uykuya dalışını göz önüne seriyordu. Bu dönem, sanki doğanın da melankolik dirilişiydi. Demek gerçekmiş, insan nasıl hissederse her şey ona göre şekilleniyormuş. Masa melankolik, gıcırdayan kapı dertli, kahkahadan ölmek üzere olan martı sancılıydı

Pencereye gözüm ilişti. Pencerenin ardında beni bekleyen denize daldı gözlerim, uzun süredir içimde taşıdığım derin hüznü o kadar iyi yansıtıyordu ki... Mavi denizi bırakıp soğuk ve gri tonlardaki dalgalara odaklandım. Denizin içinde kendi kederimi, derdimi, gamımı buluyordum. 

Odaya, tavana, gökyüzüne, denize, gözlerimin ta içine sirayet etmiş bir hava var. Bundan kurtulamıyorum

Sahilde yürümek için evden dışarı çıktım. Deniz esintinin çırpınışları kulaklarımda yankılanıyordu. Gözlerimi biraz önce pencereden izlediğim dalgalara çevirdim. Bir anlığına dalgalar arasında kaybolup gitmeyi... Dalgaların dumanlı sonsuzluğu ve sahilin yalnızlığı arasında kim olduğumu umursamadan yürümeyi…


Avrupa’nın Gölgesi Kimin Üstüne Düşer (1)

Geçen hafta İtalya’dan döndüm ve fark ettim ki Anadolu’nun dünyası göğsümde tazyikli serin bir su gibi fışkırırken diğer dünya deneyimlerinden uzağım. Bunu en başta ifade etmem gerek. Çünkü yanlı olmayan, kişinin kendi dünyasını yansıtmayan bir şey asla değerlendirilme konusu olamaz. 


Bu kişisel anlatımdan sonra asıl konuya dönecek olursak. Türkiye o kadar güzel ki, Avrupa’ya dair yapılan güzellemeler benim nazarımda boş tenekeden çıkan anlamsız sesler gibi kulakları tırmalıyor. Bu ses mi bizi aptallaştırıyor yoksa zaten aptal mıyız, karar veremiyorum. Ancak teneke sesine karşı olan tutumumun bazı yankıları İtalya turuyla gün yüzüne çıktı. 


Bir yerin veya bir mekanın reklamlar yoluyla öne sürülen kartpostal görüntüleri, sinema, televizyon, dergiler ve sosyal medya aracılığıyla sunulan neredeyse kusursuza yakın gösterimleri beni hep şüpheye düşürmüştü. Nasıl olurda ‘batı’ dışında kalan neredeyse her yer barbar ve yabani olabilirdi? Ya da nasıl olur da dünyanın sözde medeniyetten geri kalmış kara ve denizleri sadece mistik yerler olarak görülebilirdi? Bu bilindik ifade şimdilik burada kalsın. 


Denir ki, bir yalanı yeterince tekrar edersen, doğruluğuna herkesi inandırabilirsin. Ve işte tenekeden etrafa yayılan yalancı ses önce enstrümana dönüşmüş, ardından da muazzam bir orkestra gibi insanların kulağına ‘neşe’ notaları serpiştirmişti. Bu illüzyonun arkasında yatan gerçekleri görmek ise işte burada önem kazanıyor. Örneğin; Göz, gördüğü görüntülere aldanmış, bitmek bilmeyen yeşilliğiyle büyülenmişti. Ancak onların park ve bahçelerine, sokaklarına attıkları çöpler görülmüyor, sözde medeni insanların pervasız hareketleri göz ardı ediliyordu. Affedersiniz ama yere sadece Anadolu insanı tükürmüyor, sadece İranlılar ceza kesmiyor ya da sadece bazı Suriyeliler hırsızlık yapmıyordu. Ayrıca kırmızı ışık yanarken sadece doğu insanı karşıdan karşıya geçmiyor ve trafik kazaları hep aynı yerlerde olmuyor! Bunları pek tabii her yerde görmek mümkündür. Kısacası orada olanla başka yerde olanlar aynıdır.


Karadeniz bölgesinin ormanları ve eşsiz doğası orayı aratmayacak cinsten değil miydi? Yaylaları ve gölleri korunmuş olsaydı, Castel - Gandolfo’dan farksız olacaktı hiç şüphesiz. Bu durumun en güzel örneklerinden biri, Trabzon'un yaylalarındaki doğa harikalarıdır. En azından bir zamanlar öyleydi. Bu söylediklerime pek çok göz defalarca tanıklık etmiştir. 


Hayatta insana kendisini kötü hissettiren çok şey vardır. Eğer olumsuz bir şeyi gizlemek istiyorsan, Batı’nın yöntemlerini kullan. Eline kamerayı al ve Bologna’dan Roma’ya uzanan yoldaki ormanı yeşil perdeyle çek. Bunda yeterince başarılı olmadığını düşünüyorsan Russell Crowe’lu Kolezyum’un içinde gösterişli ve insanı çarpan Gladyatör’ü sahnele. Bu senaryoyu desteklemek için aynı işlemi farklı yerlerde ve farklı karelerle yeterince tekrarla. Emin ol, o şey artık olumsuz görülmeyecektir. En azından insan zihninde olumsuzluğun olumlu bir yer edineceği kesin! 


İşte onların kanlı sermayeleri üzerine bina ettikleri ön kapak ve başlıkları bu ve benzeri. Ön kapaktan kastımı şöyle bir iki cümle ile aşağıda detaylandırayım. 


Avrupa’yı son yüzyılda yazılmış en güzel kitap olarak kabul edersek, karşımıza benzersiz bir kitap ismi, göz alıcı bir kapak tasarımı ve ilk sayfaları titizlikle yazılmış edebi bir eser çıkar. Ancak, edebi bir eser için bunlar tek başına yeterli mi? Elbette ki hayır. Okumaya devam ettikçe satırlarda; kin, gaddarlık, bireysellik, nemelazımcılık, ikiyüzlülük ve nihayetinde ölüm temalarını buluruz. Öldürme ve sistemli işkencelerle yapılan sömürüler de cabasıdır. Üstelik, bu konuları işleyen filmlerle 'özür' mesajları vererek... Örneğin soykırımları anlatan filmleri. Şunun da farkındayım İtalya özelinde Avrupa’nın sadece bunlardan ibaret olduğunu ifade etmiyorum. İtalya’da bulunan yüzlerce yıllık eserleri inanın ağzım açık kalarak izledim. Yapılan binalar bana bu dünyadan değilmiş gibi geldi. Fakat orada yaşayanların da insan olduğu gerçeği unutulmazsa her yerle aynı olduğu net bir şekilde gözlemlenecektir. Ancak o zaman doğru bir izlenim elde edilecektir.

 

Bunların dışında şunları eklemek istiyorum. Sen Nemi’de Çilek Köyü’ne giderken bir esnafın sana kazık attığını, pizza yediğinde kasada ücreti üç katına çıkardıklarını ve soyulduğunda kimsenin umursamadığını göreceksin. İstanbul’daki bir insan hırsızlık yapıyor da Floransa’daki yapmıyor muydu? Biz Napoli’ye gitmezden evvel rehberin bizi kaç kez dikkat edin, diye, uyardığını asla unutmayacağım!


Bu metinde, gezi ile ilgili izlenimlerimin ilk kısmını paylaşıyorum sizinle. Bu izlenimlerin elbette ki sadece olumsuz deneyimlerle sınırlı değil. Ve gezi ile ilgili yazıları seriler şeklinde bir süre devam ettirmeyi düşünüyorum. Her yazımda gezinin farklı bir noktasına odaklanmaya çalışacağım. Tekrarlamak istiyorum İtalya’yı gezerken çok keyif aldım ve çok eğlendim. Yeni yerler görüp, farklı insanlarla karşılaştım. İngilizce bilmeden erkek tuvalet kapı kolunun kırık olduğunu bile anlattım (işaret diliyle değil tabii ki).Bu deneyim beni çok mutlu etti. Rehberin gideceğimiz yerler hakkında önce otobüste sonra mekanda aktardığı şeyler olağan üstüydü. İmkan bulacak herkesin bunu deneyimlemesi gerektiği fikrindeyim. Ancak, bu gölge altında kalınmadan yapılmalı. 

 

Sonuç olarak, Avrupa’nın sunduğu görüntülerin, yaptığı kaliteli reklamların ardında yatan gerçekler, dikkatle incelendiğinde ortaya çıkıyor. Gidildiği zaman dönüş kendine yabancılaşma olarak sonuçlanmasın. Ve ancak şunu asla ama asla unutmayalım; Avrupa’nın gölgesi kimin üstüne düşerse o karanlıkta kalıyor!

Yazının Devamı

MADAROZİS

Her sabah uyandığım gibi koridorun loş ve kasvetli ortamından irkilerek ilerler mutfaktaki yoğun yağ, balık ve arta kalmış bilmem kaç günlük çöplerden evin dört tarafını saran pisliğe basa basa… İnsan burnunun direğini kıran, genzini yakıp belki de kusturan kokuya aldırış etmeden duvarın dibindeki aynanın önünde bulurdum kendimi. Horozların bile hala uyanmadığı bu geç saatte zar zor açtığım sol gözümle mendebur suratıma bakıp sürekli yaptığım gibi ‘puh bana,’ diye kendimi azarladım. İlerleyen vakitle beraber güneşin ziyası aynadan gözbebeğime yansır ve yansıyan ışıktan sol gözüm kamaşırdı.  Sonra huzursuzluk içerisinde sağ elimle diğer gözümü ovuşturup dururdum. Ve işte her ne oluyorsa bu ovuşturmayla başlıyor aynı senaryoyu tekrar tekrar yaşamaya devam ediyordum.


Birazcık olsun huzura erdiğim, küçük bir kırıntı duygusuyla bile olsa kendimi sükunete ererken bulduğum gece, beni yine terk etmişti. Sabah sabah vitray camlarını andıracak penceremden içeriye kırılarak girmiş güneş ışınları, göz çukurlarımı, gözlerimi, beynimi yumrukluyor adeta beni çileden çıkarıyordu. Pencereden kırılarak ta gözlerimin içine kadar yansıyan bu ışınlar yüzünden beynim parça parça oluyor, bi daha bi daha dağılıyordum. Anladım ki her gecenin gerçekten kaçınılmaz şekilde gündüzü oluyormuş.  O pis, küçük, mendebur suratıma bakıp…  varoluşu kusursuzlaştırma dışında başka hiçbir işe yaramadığı söylenen o kıl parçasının her sabah olduğu gibi bu sabah da göz kapağımın altından ufak ufak darbelerle hareketlenerek dirildiğini hissettim.  İşte o an bir kez daha anladım ki göz kapağımın altına saklanan bu melun şey yüzünden kırıp - dökecek, her tarafa yine küfürler yağdıracaktım... 

Ve salı, perşembe, cumartesi ettiğim küfürleri ede ede hışımla gözümü yerinden çıkaracak şekilde ovuşturmaya başladım. O ucube, ovuşturmalarımla yerinden oynayıp göz kapağımın yukarı kısmına kadar kaçıp saklanmış, sanki dört duvar arasında köşeye sıkıştırılmış ilkel bir hayvan gibi ona her dokunduğumda pençesiyle beni paramparça etmişti. Önceki sabah da ondan öncekinden önceki sabah gibi gene huzursuz şekilde uyanmış aradan geçen bilmem kaç saat sonra kan çanağına dönmüş gözlerimle ‘zavallı’ şekilde sızıp kalmıştım. Aynı huzursuzlukla uyanıp aynı olayı kısır döngü gibi yaşamak beni hayli huysuzlaştırmış ve hayatımdan bezdirmişti. Sinirimden derdimi kimseye anlatamıyor, kimseyi yanıma dahi yaklaştıramıyordum.

 

Öylesine sıkıntılıyım ki, üzerime karabasan gibi çöken huzursuzluğu boğmak ve takatimin yettiğince bağırmak istiyorum. Bunu yapabilirsem kurtulacağımı ya da hiç olmazsa…


Bu sabah birazcık olsun, evet, birazcık olsun ferahlamak düşüncesiyle ‘Ya bismillah’ çekip aynanın karşısına attım kendimi. Meymenetsiz suratıma şöyle bir bakıp ‘puh bana’ dedikten sonra ellerimle göz kapağımı kaldırmaya, beni çileden çıkarıp “on iki kızgın adam” haline getiren o kılı bulmaya çalıştım. Gözümü bir o yana bir bu yana oynatıp duruyor, kalın parmaklarımla iyi - kötü demeden sülük gibi vücudumun en hassas noktasına yapılan bu işgale karşılık vermeye çalışıyordum. Tüm becerikliliğimle bunun üstesinden gelip hafiflemeye gayret ettim. Bu mendebur, bu melun şeyden kurtulmak için bir kez daha deneme yapmaya karar verdim. Aheste aheste ama emin hareketlerle, sabırla uğraşmış olmak beni epeyce umutlandırmıştı.  Normal bir insanın görünce şaşıracağı ve kendi baş parmağı kıvamındaki  kalın serçe parmağımı kullanmayı da en sonunda akıl etmiştim. Bu akıllı hareketimle şimdi gözümün orta bölümüne saldıran o zararlı, o kirli, o mikrop şeyi çıkarıp atmayı başarmıştım. Oh, ne büyük mutluluk, ne büyük saadet!



Ve işte şimdi yeniden gün ayıyordu. Bin bir renge bulanmış ışınlardan kaçmak isteyen gözlerim; dün sabahın vermiş olduğu zafer sarhoşluğuyla gece geç vakte kadar diri kalmış olacak ki tekrar kapanmak istiyor, uyanık kalmaya çalışan vücudumu yatağa doğru itiyordu. Fakat, ben, her sabah olduğu gibi inatla davranıyor yataktan çıkıp doğruca aynanın önünde buluyordum kendimi.


Ve ben, evet, ben… Öylesine hüzünlüyüm ki! Öylesine kederli… Bir daha uyandığım zaman yatağımdan kalkıp aynanın önüne geçmeyeceğim. Kesinlikle bunda karar kılacağım. Her ne oluyorsa o aynanın önüne geçince oluyordu. Aklımı başıma toplayıp topladığım bütün akılla kısır döngüden kurtulacağım. Bu fikrimde sebat ve inat edeceğim, en azından bir kereliğine bile olsa bunu başaracağım.


Gün bir daha bitti, vakit de gece yarısını geçeli üç saat oldu. Gözlerim hala kan çanağı gibi ve üç gecedir uyumamışım. Bu ne saadettir ki sabah uyanıp aynanın karşısında kendimi bulmuyor, güneşin kırık ışınları vitray penceremin camından gözlerime ilişmiyordu ve ben de gözümü, sağ gözümü ovuşturmuyordum.. Aman Allahım, ah Allahım! Bu ne büyük keyif, bu ne büyük mutluluk! 


Doğrusu şu an ki mutluluğuma ne diyecek ne de itiraz edilecek bir şey var. Fakat daha kaç gece uykusuz kalabilirim, bilmiyorum. Bana öyle geliyor ki en sonunda geceleyin uyuyacak ve sabah yataktan uyandığım gibi altın işlemelerle süslenmiş, kocaman aynanın önüne geçip kendime cüce aynasından bakmaya… Yo, yo. Hayır Allah’ım!


Yo, hayır, hayır. Uyumamalıyım, ayakta kalmayı başarıp insan içine çıkmalıyım. Bakın, demeliyim insanlara... Bakın, ben de tıpkı sizin gibiyim... Gözüme, sabahın fecrinde kirpiğim kaçmıyor, uykusuz kalmıyor gözlerim ve beni kahreden aynadan yansıyan o renksiz huzmelerden etkilenmeden ben de görüntüme bakıp saçımı tarıyorum. İçim tıpkı sizinki gibi kıpır kıpır. Kim bilir belki herhangi bir ayın üçünde ya da beşinde bu isteğim yerine gelecek. Muhakkak surette bu gerçekleşecek biliyorum. Çünkü biliyorum, bu isteğim yerine gelecek. Biliyorum!


Hani dedim ya ne olursa olsun uyumayacağım, uykusuz kalacağım da aynanın karşısına geçip kendimle karşılaşmayacağım, diye. Daha fazla uykusuzluğa dayanamadım ve pazartesi günü güneşin batışıyla uykuya daldım.. Sabah hışımla yüz yıldır uyuyormuşum gibi uyandım. Gözlerim adeta feri sönmüş vaziyetteydi, rengim solmuş suratım kaymıştı. Uyandığım zaman mavi, mor, kırmızı, sarı ışınlar penceremden içeriye hızla giriyor ve beynimi delip geçiyordu. Ben ilerlerken küflenmiş ekmek koridorun bir kenarda duruyor hemen yanında yere düşmüş çaydanlıktan dökülen dem simsiyah şekilde olduğu gibi halıyı süslüyordu. Atıklara basa basa, ayak parmaklarıma kıymıklar bata bata aynaya doğru yürüdüm. Aynanın önünde dakikalarca, saatlerce gözümle oynuyor ve bir yerine şimdi gözüme kaçan iki tane kirpiği çıkartmakla uğraşıyordum.. Rabbim bu nasıl bir işkence? Bu nasıl ders verme? Bu nasıl… Rabbim!

Yazının Devamı

Çok En Tek Ka

Geciktim

Tüm öfkesiyle dönüp bana baktı

Titreyen vücudunda yumruklaştı elleri

Tüm hışmıyla döndü bana baktı 


Kapıyı çalamadım, içeri giremedim

Telaşlı, endişeli

Kaskatı silüeti ruhumda sancırdı 

Öyle olunca anladım

Neden geciktiğimi


Odanın kapısı.. duvarları yıkık dökük 

Ve tavan yer tarafından yutulmuş

Gamla kederle

Yüz binler endişeyle 

Gözler gökyüzüne dikilmiş 

Bomboş ve sönük 

Hüznün en beyazı çökmüş üzerine

Hareket yok, kıpranma yok, sıcaklık yok

Gönlümü dağlayan solgun ışık 

Neden geciktin der gibi


Eski neşeler acıyla yer değiştirdi 

Hâlbuki sıcacık elleri daha dün avucumdaydı

Pembe yanaklarını okşayıp

Yavrum uyan demiştim 


Oysa ben 

Ben hep gecikirdim

Öperken veya tutarken ellerini

Severken veya kıymet bilirken hepsini

Titreyen bir alev gibi üşümüş

Mevsiminde sararan yaprak gibi dökülmüşüm


Eski neşeler acıyla yer değiştirdi

Hâlbuki daha şimdi gözleri gözlerimdeydi

Al al yanaklarını değdirip dudaklarıma

Sevdiceğim esaret benim payım demiştim


Eski neşeler acıyla yer değiştirdi

Hâlbuki demin çatlamış ayakları alnıma değmişti

Anam, babam, bacım, kardeşim deyip

Koca bir tahta kurulmuştum


Ah dilim acıyor

Kalbim kıymık gibi saplanıyor bağrıma

Az evvelki solgun ışık da neydi

Ah acıyor kalbim

Kıymık batıyor dilime


Bu sallantı, bu zelzele, bu yıkılmışlık

Bu bilinmez yazgı, bu sarsıntılı dökülüş, bu yer yarılması

Bunlar sadece arzda mı oluyor sanırsın

Senin, benim, onun böğründe

Geciken bir ben miyim sanırsın

Pembe yanakları henüz soğumuş bir bebeğin

Bir kelebeğin, üveyik kuşunun

Zemheride kırkı çıkmamış bir annenin solan gönlünde

… 

Bahara kalmadı sürur

Ezildi üveyik kuşlarım

Ramazana yetişemediler 

Şimdi sevinci kalmaz artık bayramların


Geciktim

neden

nasıl

niçin geciktiğimi,

ne zaman 

nerede

kime geciktiğimi 

bilmeden geciktim


Geciktim

Tüm öfkesiyle dönüp bana baktı

Titreyen vücudunda yumruklaştı elleri

Tüm hışmıyla döndü bana baktı 

Yazının Devamı

Hay Çocuk!


Bakışları masumiyet gülü kokan bir çocuktu. Saçları biraz uzunca, gözleri sarı, yeşil, kahve... Sus pus, kendi halinde tembel bir çocuk! Kimsesi olmadığı gibi herhangi bir işi de yoktu. 'Eli iş tutmaz, tembel işte aylak aylak dolaşır' derlerdi onun için. Hâlbuki biri yol gösterdi mi, aslan kesilirdi. Fırsat verselerdi dağı kuruyan sünger gibi hallaç pamuğuna çevirirdi... Elli değil, yetmiş değil tam yüz kilo taşırdı. Fırsat verselerdi görün o zaman tüm herkese sevgiyle nasıl kucak açar ve aşılmaz denen engelleri nasıl da aşardı. Fırsat verselerdi daha bir sürü şey yapardı.
Bazıları 'bak bize benziyor, o da bizim gibi' şeklinde nutuklar atar, durumu usulsüzce kotarmaya çalışırdı. Ben aldırmazdım buna, inanmazdım bu nutuklara. Zaten nerede bir nutuk, nerede bir hengame varsa orada ya suçluluk psikolojisi devreye girerdi ya da buna benzer daha başka bir şey. Hem nerden bize benzeyecek ki o çocuk? Yo yo, hayır, bize hiç mi hiç benzemezdi. Çünkü o tek başınaydı, yalnızdı, karamsardı. Tembeldi ya, eli iş tutmazdı! Nerden bize benzeyecekti?
Sonu gelmeyen bir yolun uzayıp giden kimi kara kimi ak, ama çokça kara çizgileri alın yazısında çoğalmış ve onu ense kökünden vurmuştur. Her yol ayrımında hep birilerini kaybetmiş, hayatın sillesini yemiş, ama hiç kazanmamıştır.
Hey çocuk, vay çocuk, bre çocuk!
Babası dünyayı terk edeli kim bilir kaç yıl, anne desen bırakıp gideli yıllar yıllı olmuş. Ah o baba! O baba yok mu, kaç kez evlenmiş, her evliliğinden kaç çocuk yapmış, sayısını bilen yok. Umursamaz, sefaya düşkün bu insan kırığının, bu sefil babanın gerçekte kaç kez evlendiğini bilen biri de yokmuş ya neyse!
Güneşte kavruk toprak, rüzgarda nereye düşeceği belli olmayan tüydü. Ne yolu belliydi ne de izi. Ne varılacak mezili bulunurdu ne de sırtını yaslayabileceği dayanağı.
Akrabaları vardı... Vardı ya bilmem kaç yıl evvel verdikleri on kuruşun hesabını sormuşlardı. Dilsizdi ya çocuk, hayatı boyunca kafasına vuranı, ekmeğini çalıp kaçanı eksik olmadı. Sorunları çoktu, ama bir türlü kelimeleri bir araya getirip konuşamadı, anlatamadı, içi içini yedi hep. Bazen öyle keskin bir sıkıntı kalbini deşerdi ki konuşmak bir tarafa etrafında kimseyi görmek dahi istemezdi. Hasılı kelam etrafında kimse de bulunmazdı zaten. Dilsiz oluşu konuşamadığından değildi, kendini ezik hissedişindendi belki de kimsesizliğindendi. Kimi zaman ise akrabaları o varken... Evet, evet, yanlarında o çocuk varken evlatlarını en içten duygularla sevişlerindendi. Hem de gözlerinin içine baka baka... Ve kim bilir daha neler nelerdendi?
Düştüğü zaman kaldıranı olmadı ki, hep kendi emeğiyle ayağa kalktı. Aç kaldığında doyuranı olmadı ki aç yattı. Kavga ettiğinde koruyanı, hastalandığında bakanı, üzüldüğünde teselli edeni de olmadı. Nasıl konuşsun? Nasıl bizim gibi olsun? Hayır, hayır! O hiç bizim gibi değildi.
Biz yirmi, yirmi beşlerimize kadar baba ocağında bebeler gibi dolaşırken, o henüz beş ya da yedi yaşlarında, bir sığıntı gibi yer değiştiriyor, belki bu defa sevinci bulabilirim diye heyecana geliyordu. Yaşı ha beş olsun ha yedi... Kaç yaşında olduğu fark etmeksizin gülümseyeceği yaşta tebessümden bihaber amaçsızca dolanıp... Ah çocuk, bre çocuk, vay çocuk!

Kim zaman seksen yaşındaki bir piri fani kahkahasıyla, neşesiyle ölümü selamlardı. Halbuki bu çocuk oyun çağının en bereketli zamanında hayatın en kederli noktasında kendine yer buluyordu ve daralan duygu dünyasıyla hepimize meydan okuyordu. Fakat bu meydan okuyuş çoğu zaman karşılıksız kalıyor ve bitmek tükenmek bilmeyen acılarıyla başbaşa kalıyordu.

Bebek sayılacağı dönemde böylesi acılar yaşamamalıydı. Onu seyredenler; elinde boyama kalemi ya da gelişigüzel karalanmış bir defterle karşılaşmalıydı. Ama ona her bakan karşısında öfkesiyle ne yapacağını bilmeyen bir yetişkin görürdü.
Saymakla bitmez çocukların hüzün şarkısıdır yalnızlık senfonisi.

Düşse tutanı, ağlasa susturanı, kaçsa getireni, el öpmek istese… Ama biz, biz öyle miydik? Her yol ayrımında sevsek de sevmesek de bizim için doğru olanı yapan birinin müşfik elini muhakkak sırtımızda hissederdik. O elin sıcaklığında ya bir bardak su ya da tatlı bir şerbet içerdik. Bazen o el ne şerbet ne de su vermezdi; ama o el hep bıkmazdı, hep vardı. Sokak aralarında dolaştığımızda kuytu yerlerde bazen bir serseriye dur, derdi, bazen de okul çıkışında bizi köşeye sıkıştırmış bir köpeğe yallah çekerdi...

Bir çocuk tanıdım... Dediler ki o çocuk tıpkı bizim gibi… Yo yo, hayır, hiç bizim gibi değil. Kış, şiddetini tüm keskinliği ile hissettirirken o çocuk ya mendil sattı ya da sıcaklığında cennete uçtuğu kibrit kutularını. Bakışları anlamsız ve matem doluydu. Karnı açlıktan içeri çökünce sessiz sedasız köşesine çekilir, hüzünle fırın camından öylece içeri bakardı.

Kaç Pollyanna onun içini ferahlatır, kaç Ayşecik bir Ömer’in evlat edinmesini sağlayabilirdi onun için?

Böyle bir çocuğun varlığını çok kere hatırlıyorum. İnsan böyle bir durumda başını hangi taşa vurur, hangi yas şarkısını söyler, bilemiyorum.

Ana-baba olmadı mı, yetime-öksüze sahip çıkan biri olmadı mı, hayat kişinin ayaklarına vurulmuş prangadan başka bir şey değildir.

Yo yo, konuşmayalım artık, hayatın derin manalar içeren dehlizlerinde sıkıntı çekmediğimizi bilelim. Başımızda saçımızı okşayan bir el hep varken, her ne olursa olsun bizden vazgeçmeyen mütebessim bir aileye sahipken o çocuk bizim gibidir, demeyelim. Şunu kabul edelim artık: ayağına vurulmuş prangayla yürümeye çalışan o çocuk sadece kendi gibidir.

Yazının Devamı

TIPKI

İnsan bu asırda kalpsizdir; belki de her asırda kalpsizdi. Bunun böyle olduğunu sözcüklerle ifade edebilecek kadar bilgili ve anlatımı istenilen düzeyde açık tutmayı amaçlayacak kadar cesur değilim.

İnsan bu asırda gaddardır; belki de her asırda gaddardı. Bunu sırf acı çeksin diye başka birinin verdiği 'akıl'larda hep gördük. İnsanın sert yüzünü iliklerimize kadar hissettiğimiz kuşkusuz bir gerçek. Nahif şiirler yazamıyor ya da ince notalı ezgilere aşina olamıyoruz. Kelimeler peşi sıra dizildiğinde beklentimiz ya ters köşe olma ya da sürpriz bir sonla bitme eğilimindedir. Çünkü yaşanan yıkımın dile getirilişi ilgimizi çekmiyor. İyi ve fayda dikkate değer olmuyor artık. Bir sanat filminin damağımızda bıraktığı tat ise sadece 'dramın hazzı' olarak kalıyor. Kendimizi kahramanın yerine koyup, yaşadığı hiçbir şeyi yaşamadan zafer edasıyla sadece sona ulaşıyoruz. Sonu hiç gelmeyen sonlara!

İnsan bu asırda laf cambazıdır; belki de anlamaya kapalıdır. Çünkü hep anlaşılmak derdindedir. Oysa çağın anlayışsızlığını kurtaracak şey; sözcükleri afili kullanma özgürlüğünde değil, insan olmamızı sağlayan sadelik ve basitlikle olacaktı. Sözcükler, mizan vakti tartıya denk düşünce en edebi olanı, her şeyi ama her şeyi en detaylı tasvirleriyle müjdeleyecek ya da pişman edecek vakitte gerçekleşecektir.

... Halbuki keşfedilmesi gereken özel bir güç var. Yıkıcı olmayan, onaran - tamir eden. Bunun insana bakan tarafı eşsiz ve mükemmeldir. Sanırım... Evet, evet, hiç kuşkusuz bu güç kâinatın merkezi ve en sarsılmaz kalesidir. Kaçınılmaz bir şekilde tüm güzellikleri, tüm iyi hususiyetleri, tüm iyi meziyetleri içerisinde barındırır. Varlıklar arasında sadece insanda bulunmayan ve ancak sadece insanda gerçek yansıması olan; farklılığının ve vicdanın habercisi, hayata anlam katan olumlu tarafın ta kendisidir. Toprağa sımsıkı bağlanmış asırlık çınar ya da kökleri her tarafı saracak anlayış damarı gibi.

İçtenliğin, samimiyetin anlamı yitirilmemişse, bir patlamada yaralara merhem olacak, çarpışmaları engelleyecek, tüm yıkımlara dur diyecek kadar büyüktür bu güç. Kanadı kırık kuşun özgürlüğü, yetim bebeğin katıksız aşı, göğü delen dalın yükselişi, kadının - suçsuz bebeğin haykırışı, bir yaşlının umududur.

Ancak, dünyayı bu sefil ve umutsuzluk veren karanlıklardan koruması gerekiyordu. Yani insanı, bitkiyi, hayvanı; dağı - taşı. Yaşlıyı, çocuğu ve genci. Kadını, masumiyeti ve kadını. Yuvasını kaybetmiş bir karıncayı ya da dalları sırf keyif için kesilmiş bir ağacı veyahut bir kuşu. Henüz uçmayı öğrenmiş ama kanadı kırık bir kuşu korumalıydı! Ama hayır, ona sahip olmayanlar kirletti tüm bunları. Onların içinde iyilik yoktu. Onlar mahrumdu o kutsal şeyden. Onlar kötüydü.

O kötüler ezmeye, yok etmeye kalkıştılar. Bu yüzden iç âlemimiz, sınırlarımız ve anlayışımız küçük bir nokta haline geldi. Daraldı. Daraldı yollar, tıpkı kafalar gibi, çıkmaz oldu bütün sokaklar, tıpkı ilerisi olmayan gelecek gibi…

İlerlemeyi, ufka ulaşmayı engelleyen duvarlar türedi kötülerle beraber. Kül oldu dünya, her şey ufaldı. Un ufak oldu. Hâlbuki küçülmesi gereken sadece mesafelerdi ve sadece çürümüş buğday ufalmalı ve bir kütük kül olmalıydı.

Evet, dünya küçüldükçe insan. İnsan küçüldükçe beşer oldu. Hakikatin bize dönük yüzü küçüldükçe küçüldü.

Değer verdiğimiz şeylere olan inancımız zayıfladı, kutsadıklarımız en iğrenç şekillerde alaşağı edildi. İnancımız zayıfladıkça kendini daha çok saklamaya başladı, daha derinlere doğru çekildi. Saklandı. Sadece bazılarımıza, en hisli olanlarımıza görünür oldu, gayrısından kaçtıkça kaçtı.

… Hâlâ kaçıp gidiyor. Yakalayamıyoruz. Gitti! Derinliklerimize doğru, en derinlerimize doğru gitti. Seslenmediğimiz için artık kulakları da tıkalı. Oysa kötülerle baş etmeye çalışmalıydık. Yapmadık. Yapamadık. Yıkıldık. Yıkılıyoruz.

Bir bebeğin bakışları kadar masumdu. Kaynağı, bebeği korur gibi korumalıydık. Bebeği korumadık... Koruma amacımız yoktu zaten. Hayallerimizde hedef için her yolun mubah olduğu gerçeği vardı.

Onlar kötüydüler. Biz de kötüydük. Oysa bebek ne kadar da masumdu!

Bebekler; sahiplendiği şeyi gücü olmamasına rağmen korurdu. Bunu en insani şekilde, yani ağlayarak yapardı, çığırtkanlık yaparak değil. Varlığa asla düşmanca bakmazlar ki onlar. Çünkü her iki hayatın en neşeli tarafı, hassas kuşudur onlar. İnsanın ne ten rengine ne de eksikliğine takılırlar.

Bir zamanlar biz, evet, biz, şimdinin büyükleri... Bir zamanların bebekleriydik. Anlayışlı olacağı ümit edilen, yolda yürürken bir böceği dahi ezmeyecek olan! Savaşı bir kenara bırakalım, haksız yere sesini dahi yükseltmeyecek olan… Büyüdük. Hızlı hızlı ayak uydurduk olumsuzluklara, henüz ilk adımı atarken kaybetmeye başladık o eşsiz güzelliği. Öyle yavaş ve sinsice ilerledik ki onun kutsallığını, önemini her geçen gün daha fazla kaybettik. Bize önemsiz ve işe yaramaz gelmeye başladı. Oysa insani şeylere ilgimiz vardı, kaybetmeme pahasına dövüştüğümüz. Uğruna ölüp ölüp dirildiğimiz. Bağlılığımız kaybolmaya yüz tutarken elimizde kalan son şeydi bu. Yitirdik.

Yağmur yağsa da içimize, köklerimiz tekrar filizlense ya… Kötülerin ezme ve yok etme girişimlerine karşı direnmedik. Bu yüzden iç dünyamız, sınırlarımız ve anlayışımız küçük bir noktaya indirgendi. Daraldı. Yollar daraldı, tıpkı kafalar gibi, tüm sokaklar çıkmaza vardı, tıpkı umutsuz bir gelecek gibi...

Kötülerle birlikte ilerlemeyi ve ufka ulaşmayı engelleyen duvarlar ortaya çıktı. Dünya küle döndü, her şey ufaldı. Un ufak oldu. Oysa küçülmesi gereken sadece mesafelerdi ve çürümüş buğday ufalmalı, bir kütük kül olmalıydı.

Evet, dünya küçüldükçe insan küçüldü. İnsan küçüldükçe sıradanlaştı. Hakikatin yüzü bizimle birlikte küçüldü.

Değer verdiğimiz şeylere olan inancımız zayıfladı, saygı duyduklarımız en iğrenç şekillerde yıkıldı. İnancımız zayıfladıkça daha çok saklanmaya başladık, daha derinlere çekildik. Saklandık. Sadece duygusal olanlarımız  için görünür oldu, diğerlerinden kaçtıkça kaçtı.

.. .Hâlâ kaçıp gidiyor. Yakalayamıyoruz. Gitti! En derinlerimize, içimize doğru yitip gitti. Onu çağırmadığımız için kulaklar da tıkandı. Oysa kötülerle baş etmeye çalışmalıydık. Ama yapmadık. Yapamadık. Yıkıldık. Yıkılıyoruz.

Bir bebeğin bakışları kadar masumdu. Onu korumalıydık, gücü olmasa bile. Bebeği korumadık... Zaten koruma niyetimiz de yoktu. Hedeflerimiz için her yolun mubah olduğu düşüncesi vardı sisli düşüncelerimizde.

Onlar kötüydü. Biz kötüydük. Oysa bir bebek ne kadar da masumdu!

Bebekler; sahip oldukları şeyi güçleri olmasa bile korurdu. Bunu en insani şekilde, yani ağlayarak yapardı, bağırmadan. Onlar hiçbir varlığa düşmanca bakmazlar. Çünkü iki hayatın en neşeli yanı, onların hassas nefes alış verişidir. İnsanın ten rengine veya eksikliklerine takılmaz onlar.

Biz, evet, biz, şimdinin büyükleri... Bir zamanların bebekleriydik. Anlayışlı olacağı umut edilen, yolda yürürken bir böceği bile ezemeyecek… Savaşı bir kenara bırakan, haksız yere sesini yükseltmeyecek olan... Büyüdük. Olumsuzluklara hızla uyum sağladık, henüz ilk adımımızı atarken o eşsiz güzelliği kaybetmeye başladık. O kadar yavaş ve sinsice ilerledik ki, o gücün kutsallığını ve önemini her geçen gün daha da fazla kaybettik. Önemsiz ve işe yaramaz görünmeye başladı bize. Oysa insani değerlere ilgimiz vardı, onu korumak için ölümüne savaştığımız. Bağlılığımız kaybolurken elimizde kalan son şeydi o. Kaybettik.

Yağmur yağsa ya içimize, köklerimiz tekrar filizlense ya... Kendimizi yeniden keşfetsek… Tıpkı..!



Yazının Devamı
Copyright © 2024 Tüm Hakları Saklıdır. Başarım Ajans - Haber Yazımı Web Tasarım Sosyal Medya Yönetimi Reklam Yönetimi