Mücahit ŞENGÜL

Güzel Günlere Tolerans

: 05-06-2024

Düzenli iş hayatına başladıktan sonra ilk zamanlar farklı birçok çalışma ekibi içerisinde yer aldım. İşim gerektirdiği mecburiyetler çerçevesinde bazen hiç uyuşamadığım kişilerle çalıştım, bazı ekiplerde zamanla birbirine benzeyen ya da birbirini benimseyen insanlardan oluşuyordu. Ancak bazen öyle bir ortam oluşuyordu ki dışarıda her birinin birbiriyle anlaşamayacağına emin olduğum kişilerle yüzde yüz uyum ortaya çıkıyordu. Hem işten keyif alıp hem en iyi şekilde çalışırdık.

O ekiplerden biriyle çalışmaktayken ortamın ne kadar güzel olduğunu ve zamanın su gibi akarken işlerin tıkır tıkır ilerlediğini fark ettim ve bunu iç konuşmayla kendime anlattım. Çok sürmeden ekip değişti ve bir daha asla birlikte çalışamadık. Bunun gibi birkaç ekip ile birlikte daha çalıştıktan sonra başka bir ekiple çalışmaya başladım, birkaç yılda adapte olan kendi yazılı olmayan düzenini kuran bu ekip ile çalışırken bir gün aklıma bu güzel ekibinde günün birinde asla bir daha beraber çalışamayacağına dair bir fikir aklıma saplandı. Bunu hiç kimseye söylemeye cesaret edemedim ancak o fikir hiç olmayacak bir zamanda bana kendini gösteriverdi. Çok sürmeden ekibimizin en sevdiğimiz üyelerinden biri gidince bir süre afalladık ama pes etmeden uzaktan da olsa onu da ortamımıza en azından manevi olarak davet ederek güzel uyumu devam ettirdik ve o zaman bunu arkadaşlarımla paylaştım. “O kadar çok başıma geldi ki şu an iyi biliyorum ki bu ortamda en iyi zamanlarımızı geçirirken sanki azap çekiyorum çünkü bu ortamın diğerler deneyimlerim gibi tekrar onulmaz biçimde yok olacağını biliyorum.” Evet ben böyle bir şeyi düşündüysem mutlaka bir şekilde o güzel çalışma iklimi ya tamamen bozulur ya da kör topal kalır tat vermezdi. Nitekim başımıza da geldi. Neyse ki güzel hatıralar biriktirdik ki ‘anıları en azından yad ederek,’ ayakta kalmaya devam ediyoruz. İyi şeyler elbet biter…

Ancak geçenlerde arkadaşlarımla muhabbet ederken güzel zamanların bir gün mutlaka biteceği üzerine tespitimi yinelerken arkadaşım, kötü günler de bitiyor bir şekilde, dedi. O an bir aydınlanma yaşadım sanki… Evet! Kesinlikle öyle. Çok önemli bir şey söyledin not almalıyım dediğim arkadaşım muhtemel bunu okuyunca o anki heyecanımın sebebini daha iyi anlayacaktır. Güzel anılar biriktirdiğimiz zamanların biteceği, geçeceği muhakkak, o kıymetli zamanları yaşarken bunu düşünüp azap çekerken neden zor zamanların da mutlaka biteceğini düşünüp teselli bulmaktan aciziz? Zaman bir nehir şüphesiz ağır veya coşkun aktığı zamanlar olacaktır ama anlamak gereken şey zamanın akmakta olduğudur. Benim o ân’ımdan sonra her ne olursa olsun söyleyeceğim ve teselli bulacağım hatta teselli bulmaktan ziyade kendimi onaracağım bir kuvvetim var artık. Bu sıkıntılı, bunaltıcı günler de geçecek. Güzel günlere toleransa devam edelim ama bunu da yetenekler cetvelimize ekleyelim mutlaka. 

Mutlaka geçecek!


Babalar ile İlk Tanışma

İnsan doğar, yaşar, büyür ve ölür. Yaşamak ve büyümek ve ölmek için birimize ihtiyaç duymazken doğmak için bir anneye mutlak ihtiyaç vardır. Yani varoluşumuzun fiziksel gerçekliği anne ile bütünleşerek doğarız. Dünyaya geliriz yani. Anne ile neredeyse dokuz ay kesintisiz, müşterek bir beraberlik yaşarız, bazen mutluluk hormonu gibi duy(g)usal bazen de tekme gibi fiziksel iletişim de kurarız.

Babalık ise çocuğunu kucağına alınca başlayan bir aidiyeti doğurur. Bu doğum sürecinden sonra bebek olarak var olan birey baba için aslında birey değil sadece bebektir. Burada sınır çocuğun kendi kararların vererek kendi varlığını dayattığı süreye kadar devam eder. Babalar özellikle erkek evlatlar ile bir noktaya kadar bebek-baba iletişimi, çocuk iletişimi içindeyken birden ergen(yetişkin)-baba iletişimine geçmek durumunda kalır. Kız evlatlarda durum bundan daha farklı işlese de nadiren erkek evlat-baba iletişimine benzer vakalar da vardır, olacaktır. Ben (bir erkek, baba vs.) olduğum için bu kısımdan devam etmeyi tercih ediyorum. Erkek evlat-anne iletişimi de bu istisna kapsamına alınabilir veya benzer yönler olabilir. 

Ergen erkek evlat-baba iletişimi bir yerden sonra -belki kısa bir an için- bozulabiliyor. Bunu tarih öncesinde avcı toplayıcılık ve aile reisi olma konusundaki çatışmaya dayandıranlar olsa da buna katılmıyorum. Bozulma süresi insan hayatında uzun gibi gözükse de genelde altı-on yıl içinde bazen tamamen hiç olmamış gibi bir duruma geçerken bazen de iletişim tamamen kopabiliyor. Uzun vadede düzelme ihtimali her zaman yüzde ellinin üzerindedir ama.

Tüm bunlar hayatın olağan akışında olan ve kaçınılmaz gerçeklerden ibaret ancak ben bu duruma daha farklı bir pencereden bakmayı ve o pencereden gördüğümü sizlere de göstermeyi isterim. Yeni insanlarla tanışmak bazılarımıza çok kolay gelirken bazılarımıza (ben örneği) çok zor gelir. Hayatınıza dahil edeceğiniz kişi ile aynı dünya görüşüne, aynı inanca, aynı fikir alemine sahip olmanız daha güçlü daha sıkı bir arkadaşlık kurmamızı sağlar, bu demek değildir ki farklı fikirlere sahip kişiler arkadaş olmaz veya fikir yürütemez. İşte ergenliğe giren bir erkek, babasının hiç tanımadığı, huyunu suyunu bilmediği biri oluverir bir anda. Babalar bu yeni gördükleri, kişi ile bazen çok iyi anlaşıp sağlam bir arkadaşlık kurabilirken bazen bu süreç olumsuz iletişim, uyumsuzlukla uzayabiliyor. Aile denen bir bütünlük çemberi, mecburi temaslar sayesinde bu olumsuz başlayan arkadaşlığı zaman cetveliyle doğrultabiliyor. Dikkat edin babanız ile veya evladınız ile en çok çatıştığınız dönem erginlik dönemleri ve sonraki yıllarda azalan yıllarıdır. Bu süreçte babanın (kendince) hayattaki tüm deneyimleri öğrenip hatmettiği ve bunun aynısını ergin kişiden beklemesi veya ergin kişinin babasının sürekli gözüne batan uyarılarından hemen bıkıvermesi  bu çatışmaları şiddetlendirir. Ergin kişinin önyargılarının kırılma süreci ve babanın ergin kişinin çocuk değil ergin olduğunu anlamaya başlaması da yılların daha yumuşak geçmesini sağlayacaktır. 

Çevremizde veya kendimizde gördüğümüz bu çatışmalar çok büyük bir ihtimalle normale (kültürümüzün normali) dönecektir. Biraz zaman, biraz sabırla tanıştığımız ergen evladımızın ergin kişi olduğunu; babalarımızın da ergin kişiliğimize ikna olup sığınacak liman olduğunu fark ederiz mutlaka. Sancısız bir süreç dilerim.

Yazının Devamı

Yazmak İçin İhtiyacımız Olan Şeyler Nelerdir?

Uzun yıllardır üzerinde çalıştığım bir romanım var. Seri olarak yayınlanacak olan bu roman dosya(ları)m kendine bir yuva(yayınevi) aramakla meşgul şu sıralar. En baştan bunları belirtmem gerekiyor çünkü herhangi biri çıkıp “iyi de senin yetkinliğin nedir bu konuda?” diye sorabilir haklı olarak. Yaklaşık yedi yıldır hiç durmadan romanlarım üzerinde fiili olarak çalışıyorum ve yüzlerce saate varan yüzlerce sayfa yazdım. Yazdığım öykü, deneme, şiir, fıkraları da dahil etmiyorum, çünkü roman yazmak, yazmaya sebat etmek mükemmel bir motivasyon ve enerji istiyor.

Tüm bu yazım sürecinde bana lazım olan en olmazsa olmaz şey bir şeylerin şimşek gibi zihnime çakması (veya ilham) ve yazı yazmaya yarayacak kalem veya bilgisayar. İlk romanımı yazarken fotokopiciden a4 formatındaki kağıtlara iki yüz sayfalık bir defter yaptırdım ve emektar kalemimle yazmaya başladım (başlamışım demek belki de daha doğru olur). Masam katlanabilen eski masamdı yine… Bu arada yazama deneyimimin detaylarını ileride paylaşacağım çeşitli çalışmalarım da olacaktır, şu an pek değinmiyorum o kısma. Yani kalem, kâğıt, masa veya sehpa… İçinizde patlamak isteyen, coşkun, heyecanlı fikirleriniz varsa gerisi dümdüz ifade ile teferruattır. Geçenlerde Seinfeld dizisini izlerken Seinfeld, bir kanal ile anlaşıp “Seinfeld” dizisini yapmaya onay alıyor ve arkadaşı George ile senaryo taslağı oluşturmaya çalışıyordu. Hiç yazı deneyimi olmayan George başlarken kaleme, kâğıda, koltuğa dair şeyler söyleyip beğenmeyince, Seinfeld önemli olanın beyni kullanmak, yazacak bir şeyler bulmak olduğunu söylüyordu. Zaten bu köşe yazısı başlığı o anda ilham oldu bana… Seinfeld o kadar haklı ki… Önemli olan her zaman anlatacaklarınızdır, hatta size özgü bir şekilde anlatacaklarınızdır.

Yazmaya başlamadan önce yazı masalarına, sandalyelere, çalışma odasına, kaleme, klavyeye, kahve makinesine yahut kahveye ihtiyacınız olduğunu düşünüyorsanız ve hatta bunlar olmadan yazmaya başlayamıyorsanız, üzgünüm yukarıda dediğim gibi heyecanınız yok veya yeterli düzeyde değil demektir.

Anlatacak hikayen varsa ve yazmaktan çok okumayı seviyorsan hiç durma, zaman, mekân önemsizdir, yaz… Durma. Yaz!

Yazının Devamı

An'ın Hakikati

Bugünlerde Tarık Buğra’nın Küçük Ağa adlı romanını okuyorum. Bu sabah kitabı merak ve keyifle okurken kitabın hikâyeyi büyüttüğü en önemli noktalardan birini okurken durup “Acaba kitaba başlamadan önce rastgele kitabın içini kurcalarken burada durup okusam ne olurdu? Ne düşünürdüm?” diye sordum kendime. Gerçekten de kitabın kırılma noktası olmasına rağmen bana anlamsız bir sayfa gibi gelebileceğini fark ettim. Rastgele açtığımız sayfa anlamlı da olabilir. Bir cümle, anlık bir durumun yansıması içimize işleyebilir ancak bunu herhangi bir kitapta denediğimizde yüzde beş ihtimal bile fazla olacaktır. Tabi okuduğunuz kitap herhangi bir kutsal kitap veya Böyle Buyurdu Zerdüşt gibi bir kitap değilse.

Bunu fark ettiğimde aslında hayatın da böyle olduğunu fark ettim. Hayatımızı bir kitap gibi düşünsek ve ortalama üç yüz sayfalık bir kitabın ortalama insan ömrü olan seksen yılda bir sayfasına karşılık üç aylık bir süre denk düştüğünü görebiliriz. Matematik bilmenin verdiği rahatlıkla böyle bir yuvarlama yapınca, aslında hayatımızda böyle birkaç aylık sıkıntının ne kadar da anlamsız olabileceğini düşündüm. O an yaşananlar kişisel tarihçemizde çok az bir alanı kaplarken hayatımızın tamamına sirayet edecek bir hastalık gibi bakmamak, hızla akan ve bir tren yolu gibi sarsıntısız ilerleyen yollardan sadece gerektiği zamanlarda manevra yapmak hayatımızı daha anlamlı kılacağı gibi gözlerimizi daha güzel şeylere odaklanmamızı sağlayacaktır. Aile, huzur, başarmak için pes etmemek, güzel zaman geçirmek, hayatını anlamlı kılmak için çabalamak… 

Parçayı değil bütünü görmek, hep ileri hep güzellik iklimlerine doğru gitmek dileğiyle. 

Yazının Devamı

Hz. Süleyman Türbesi ve Atlar

Diyarbakır geçmiş medeniyetlere yaptığı ev sahipliği ve doğal güzellikleriyle öne çıkan metropol bir kent. Yıllardır burada yaşamış olmanın mutluluğunu yaşıyorum. İlk zamanlar yabancı bir şehirde olmanın yeni insanlar tanımanın ve bir şehrin ruhunu değil de sadece tenini hissettiğim zamanları saymazsak şehir beni kucakladı ve benliğimin derinlerinde beni buldu. Bunun için her geçen gün talihimin buraya çıkmış olmasına biraz daha seviniyor ve şükürler ediyorum. Gezilmesi, görülmesi gereken çok yer de var. Bana göre şehrin birçok güzelliği farkında olunsun ya da olunmasın bir şekilde gezilerden gelebilecek küçük menfaatlere feda edilebiliyor. Bu menfaatlerin orada yaşayanlarda yansıması gürültü, tarihi binaların hoyratça kullanılması veya çeşitli hayvanların amacı dışında kullanılması(!) olabiliyor. 

Geçenlerde şehirde küçük bir gezinti yaparken Hz. Süleyman kabristanın olduğu cami ve türbeye gittim. Burası her ne kadar Hz. Süleyman adıyla anılan bir kompleks olsa da içerisinde müze, başka sahabelere ait kabristanlar, dinlenme alanları da mevcut. Unutmadan belirtmem gereken bir nokta da Hz. Süleyman peygamber olan değil şehrin İslam coğrafyası olmasını sağlayan Hz. Halid b. Velid’in oğlu Hz. Süleyman’dır. Yanında defnedilmiş diğer sahabeler de şehrin fethedilmesi sırasında hakka yürüyen sahabelerdir.

Diyarbakır’ın en çok ziyaret edilen yerlerinden biri olan bu alana girer girmez simitçiler, sucular, kuruyemiş, patlamış mısır satan seyyar satıcılar gözüme ilişiyor, alışveriş de yaptığımız oluyor tabi. Hafta sonları veya tatil günlerinde bir bayram havasında olan bu komplekste çocuklar koşuyor, aileler bir şeyler alıyor, çimlere oturanlar muhabbete dalmış seyyar satıcıların kimi bağırıyor kimi diğer meslektaşıyla muhabbet ediyor, bazıları ise surların merdivenlerine tırmanırken heyecanını kontrol etmeye çalışıyor… Tam bir kutlama havası… 

Geçen gittiğimde belli bir ücret mukabilinde çocukların, gençlerin atların sırtına binip kısa bir tur atarak yerine döndüğünü, ailelerin telefonlarla atları takip ettiğini (malum instagram hikayesi olmadan gezi, eğlence mi olur!) izledim bir süre. Atlar hemen bir iki metre kadar önümden geçip gittiği için atların gözlerini, yüzünü detaylıca görebilme imkânım oldu. Siz de daha önce gördüyseniz atların gözlerinde bir mahzunluk olduğunu fark etmişsinizdir. Belki de fıtratlarında olan bir şeydir ama bana hep öyle gelir. Daha önce de yakından atları görmüştüm ama bu atları görünce içimi huzursuzluk kapladı bir an. Eşime gülerek, sen at ol binlerce yıl bu topraklarda savaşların en temel belirleyicilerinden ol, şehirlerin fethedilmesi, kültürlerin aktarılmasını sağla ama gel burada uyuz bir eşek gibi sırtına binilip ücreti mukabilinde amaçsızca yürü… diye söylendim. Düşünce pınarım veya sesim ile o iki ata bir şekilde sirayet etmeyi, onların çok daha kutsal işleri yaptığını çok asil yaratıklar olduklarını o hengamede en azından benim bunun farkında olduğumu bilmelerini çok istedim. Umuyorum ki hissetmiş olsunlar. 

Yazının Devamı

Etiket

ETİKET

Bilişim çağında yaşıyoruz, hayat çok hızlı ve hareketli… Eskiden bir albüm çıktığında bizzat müzik marketlerden birine gidip o albümü fiziksel olarak almak gerekiyordu. Bazen yetişemeden albümün tükenmesi de cabası… Ya da bir edebiyat dergisinin yeni sayısını almak için kitapçıları tek tek gezmek gerekiyordu. Gerçi artan kargo ücretlerinden dolayı takip ettiğim dergilerden birine abonelik yapmak yerine her ay gidip elden almaya başladım. Diğerleri bir şekilde eve geliyor zaten. Oysa şimdi yeni albüm çıktığı anda uygulamalardan, internet sitelerinden dinleyebiliyor hatta şarkıyı yapan sanatçı bunu günler öncesinden duyurup haber verebiliyor. Ya da dergi kitapçıya ulaştığı andan evimize de gelmiş oluyor.

Geçenlerde bunları düşünürken eski yazarlarımızın günümüzde sosyal medyayı nasıl kullanabileceklerini düşündüm? O büyük şairler, yazarların sosyal medya hesapları olsa ne paylaşırlardı? Hatta daha önemlisi profil adları, biyografi ve açıklama kısmında neler yazarlardı?

Orhan Veli şiirlerini ilk kez X platformundan paylaşır mıydı? Erdem BAYAZIT Facebook hesabından şiirinden bir dörtlük yayınlar mıydı? Hız çağı ya… önce oradan paylaşıp beğeniye sunar mıydı? Çok beğenilince editörlere veya dergilere yollar mıydı? Çok merak uyandıran bir konu bana göre.

Tüm bunlarla birlikte bir de yazarlık şairlik unvanı var. Ben kendi adıma bu unvanın kişinin kendisine “verdim oldu” şeklinde verilemeyecek kadar önemli olduğunu düşünüyorum. Yıllar önce edebiyat muhitine girince unvan konusu çok çekmişti dikkatimi. Şiirler yazmış bir arkadaşım, parasıyla kitap basmıştı. Kitabın adını açıklama kısmına eklemiş adının başına da şair eklemişti. “Şair Düriye Uçar” (tamamen uydurduğum bir isim bu arada) @sairucanduriye

Belki sadece bana abartılı geliyordur bilmiyorum. Ben hep benden büyük benden iyi bir organizasyonun; yayınevi editörü, dergi editörü, yarışma kurulu vs. gibi bir yerlerden onay beklemeyi daha doğru buldum, buluyorum. İki öyküm büyük bir öykü dergisinden yayınlandı ve ben yeni yeni yazarım demeye başladım ki bu mırıltıyı geçmedi henüz… 


Ahmet Hamdi TANPINAR 

@huzurromanıyazarı

@tanpinar.yazar 


F. M. DOSTOYEVSKİ

@sucvecezayazarı

@yazar_dostoyevski

Atölye derslerimiz Salı ve Pazar 

günleridir, kayıt için 0300 500 300


Oğuz ATAY

Tutunmaya gayretli yazar

@tutunamayanalaryazarıoguz

Yazının Devamı
Copyright © 2024 Tüm Hakları Saklıdır. Başarım Ajans - Haber Yazımı Web Tasarım Sosyal Medya Yönetimi Reklam Yönetimi