Notice: Undefined index: HTTP_ACCEPT_LANGUAGE in /home/onkhaber/domains/onkhaber.com/public_html/section/header.php on line 8
Etiket | Mücahit ŞENGÜL | Köşe Yazıları | ÖNK HABER
Mücahit ŞENGÜL

Etiket

: 17-04-2024

ETİKET

Bilişim çağında yaşıyoruz, hayat çok hızlı ve hareketli… Eskiden bir albüm çıktığında bizzat müzik marketlerden birine gidip o albümü fiziksel olarak almak gerekiyordu. Bazen yetişemeden albümün tükenmesi de cabası… Ya da bir edebiyat dergisinin yeni sayısını almak için kitapçıları tek tek gezmek gerekiyordu. Gerçi artan kargo ücretlerinden dolayı takip ettiğim dergilerden birine abonelik yapmak yerine her ay gidip elden almaya başladım. Diğerleri bir şekilde eve geliyor zaten. Oysa şimdi yeni albüm çıktığı anda uygulamalardan, internet sitelerinden dinleyebiliyor hatta şarkıyı yapan sanatçı bunu günler öncesinden duyurup haber verebiliyor. Ya da dergi kitapçıya ulaştığı andan evimize de gelmiş oluyor.

Geçenlerde bunları düşünürken eski yazarlarımızın günümüzde sosyal medyayı nasıl kullanabileceklerini düşündüm? O büyük şairler, yazarların sosyal medya hesapları olsa ne paylaşırlardı? Hatta daha önemlisi profil adları, biyografi ve açıklama kısmında neler yazarlardı?

Orhan Veli şiirlerini ilk kez X platformundan paylaşır mıydı? Erdem BAYAZIT Facebook hesabından şiirinden bir dörtlük yayınlar mıydı? Hız çağı ya… önce oradan paylaşıp beğeniye sunar mıydı? Çok beğenilince editörlere veya dergilere yollar mıydı? Çok merak uyandıran bir konu bana göre.

Tüm bunlarla birlikte bir de yazarlık şairlik unvanı var. Ben kendi adıma bu unvanın kişinin kendisine “verdim oldu” şeklinde verilemeyecek kadar önemli olduğunu düşünüyorum. Yıllar önce edebiyat muhitine girince unvan konusu çok çekmişti dikkatimi. Şiirler yazmış bir arkadaşım, parasıyla kitap basmıştı. Kitabın adını açıklama kısmına eklemiş adının başına da şair eklemişti. “Şair Düriye Uçar” (tamamen uydurduğum bir isim bu arada) @sairucanduriye

Belki sadece bana abartılı geliyordur bilmiyorum. Ben hep benden büyük benden iyi bir organizasyonun; yayınevi editörü, dergi editörü, yarışma kurulu vs. gibi bir yerlerden onay beklemeyi daha doğru buldum, buluyorum. İki öyküm büyük bir öykü dergisinden yayınlandı ve ben yeni yeni yazarım demeye başladım ki bu mırıltıyı geçmedi henüz… 


Ahmet Hamdi TANPINAR 

@huzurromanıyazarı

@tanpinar.yazar 


F. M. DOSTOYEVSKİ

@sucvecezayazarı

@yazar_dostoyevski

Atölye derslerimiz Salı ve Pazar 

günleridir, kayıt için 0300 500 300


Oğuz ATAY

Tutunmaya gayretli yazar

@tutunamayanalaryazarıoguz


HAYAT VE KİTAP

Bugünlerde Tarık Buğra’nın Küçük Ağa adlı romanını okuyorum. Kitabın ortalarındayım, bazı yerlere notlar alsam da muhtemeldir ki ömür boyunca notların ulaşacağı yerleri ve çalışmaları kendime saklayacağım. 

Bu sabah kitabı merak ve keyifle okurken kitabın hikâyeyi büyüttüğü en önemli noktalardan birini okurken durup “Acaba kitaba başlamadan önce rastgele kitabın içini kurcalarken burada durup okusam ne olurdu? Ne düşünürdüm?” diye sordum kendime. Gerçekten de kitabın kırılma noktası olmasına rağmen bana anlamsız bir sayfa gibi gelebileceğini fark ettim. Rastgele açtığımız sayfa anlamlı da olabilir. Bir cümle, anlık bir durumun yansıması içimize işleyebilir ancak bunu herhangi bir kitapta denediğimizde yüzde beş ihtimal bile fazla olacaktır. Tabi okuduğunuz kitap herhangi bir kutsal kitap veya Böyle Buyurdu Zerdüşt gibi bir kitap değilse.

Bunu fark ettiğimde aslında hayatın da böyle olduğunu fark ettim. Hayatımızı bir kitap gibi düşünsek ve ortalama üç yüz sayfalık bir kitabın ortalama insan ömrü olan seksen yılda bir sayfasına karşılık üç aylık bir süre denk düştüğünü görebiliriz. Matematik bilmenin verdiği rahatlıkla böyle bir yuvarlama yapınca, aslında hayatımızda böyle birkaç aylık sıkıntının ne kadar da anlamsız olabileceğini düşündüm. O an yaşananlar kişisel tarihçemizde çok az bir alanı kaplarken hayatımızın tamamına sirayet edecek bir hastalık gibi bakmamak, hızla akan ve bir tren yolu gibi sarsıntısız ilerleyen yollardan sadece gerektiği zamanlarda manevra yapmak hayatımızı daha anlamlı kılacağı gibi gözlerimizi daha güzel şeylere odaklanmamızı sağlayacaktır. Aile, huzur, başarmak için pes etmemek, güzel zaman geçirmek, hayatını anlamlı kılmak için çabalamak… 

Parçayı değil bütünü görmek, hep ileri hep güzellik iklimlerine doğru gitmek dileğiyle. 

Yazının Devamı

Hz. Süleyman Türbesi ve Atlar

Diyarbakır geçmiş medeniyetlere yaptığı ev sahipliği ve doğal güzellikleriyle öne çıkan metropol bir kent. Yıllardır burada yaşamış olmanın mutluluğunu yaşıyorum. İlk zamanlar yabancı bir şehirde olmanın yeni insanlar tanımanın ve bir şehrin ruhunu değil de sadece tenini hissettiğim zamanları saymazsak şehir beni kucakladı ve benliğimin derinlerinde beni buldu. Bunun için her geçen gün talihimin buraya çıkmış olmasına biraz daha seviniyor ve şükürler ediyorum. Gezilmesi, görülmesi gereken çok yer de var. Bana göre şehrin birçok güzelliği farkında olunsun ya da olunmasın bir şekilde gezilerden gelebilecek küçük menfaatlere feda edilebiliyor. Bu menfaatlerin orada yaşayanlarda yansıması gürültü, tarihi binaların hoyratça kullanılması veya çeşitli hayvanların amacı dışında kullanılması(!) olabiliyor. 

Geçenlerde şehirde küçük bir gezinti yaparken Hz. Süleyman kabristanın olduğu cami ve türbeye gittim. Burası her ne kadar Hz. Süleyman adıyla anılan bir kompleks olsa da içerisinde müze, başka sahabelere ait kabristanlar, dinlenme alanları da mevcut. Unutmadan belirtmem gereken bir nokta da Hz. Süleyman peygamber olan değil şehrin İslam coğrafyası olmasını sağlayan Hz. Halid b. Velid’in oğlu Hz. Süleyman’dır. Yanında defnedilmiş diğer sahabeler de şehrin fethedilmesi sırasında hakka yürüyen sahabelerdir.

Diyarbakır’ın en çok ziyaret edilen yerlerinden biri olan bu alana girer girmez simitçiler, sucular, kuruyemiş, patlamış mısır satan seyyar satıcılar gözüme ilişiyor, alışveriş de yaptığımız oluyor tabi. Hafta sonları veya tatil günlerinde bir bayram havasında olan bu komplekste çocuklar koşuyor, aileler bir şeyler alıyor, çimlere oturanlar muhabbete dalmış seyyar satıcıların kimi bağırıyor kimi diğer meslektaşıyla muhabbet ediyor, bazıları ise surların merdivenlerine tırmanırken heyecanını kontrol etmeye çalışıyor… Tam bir kutlama havası… 

Geçen gittiğimde belli bir ücret mukabilinde çocukların, gençlerin atların sırtına binip kısa bir tur atarak yerine döndüğünü, ailelerin telefonlarla atları takip ettiğini (malum instagram hikayesi olmadan gezi, eğlence mi olur!) izledim bir süre. Atlar hemen bir iki metre kadar önümden geçip gittiği için atların gözlerini, yüzünü detaylıca görebilme imkânım oldu. Siz de daha önce gördüyseniz atların gözlerinde bir mahzunluk olduğunu fark etmişsinizdir. Belki de fıtratlarında olan bir şeydir ama bana hep öyle gelir. Daha önce de yakından atları görmüştüm ama bu atları görünce içimi huzursuzluk kapladı bir an. Eşime gülerek, sen at ol binlerce yıl bu topraklarda savaşların en temel belirleyicilerinden ol, şehirlerin fethedilmesi, kültürlerin aktarılmasını sağla ama gel burada uyuz bir eşek gibi sırtına binilip ücreti mukabilinde amaçsızca yürü… diye söylendim. Düşünce pınarım veya sesim ile o iki ata bir şekilde sirayet etmeyi, onların çok daha kutsal işleri yaptığını çok asil yaratıklar olduklarını o hengamede en azından benim bunun farkında olduğumu bilmelerini çok istedim. Umuyorum ki hissetmiş olsunlar. 

Yazının Devamı

Matematik Keşif Midir İcat Mıdır?

Bu denemeye sadece bu başlık açısından bakanlar matematik ile ilgili ağır bir makale yazıldığını düşünebilir. Ancak bu denememin hatıralarla dolu bir hikâyesi var.
2017 yılı Diyarbakır’a ilk gelişim. Aslında daha önceden de gelmiştim ancak hayatımı devam ettirebilmek için ilk defa gelişim. İki hafta kadar önce evraklarımın onaylandığını, gelip işbaşı yapmam gerektiğini haber almıştım.
Eşime birkaç gün beklemesi gerektiğini, işbaşı yapacağımı, ev bulup tekrar döneceğimi söyleyerek Diyarbakır yolunu tuttum. Ancak bu arada kalacak bir yer bulmam gerekiyordu. Otel, öğretmenevi pek de akıllıca gelmediği için en yakın arkadaşıma durumdan bahsettim. Kayınçosu Hikmet’in de oraya atandığını orada yaşadığını hatta benim tanıştığım biri olduğunu söyleyince konuştuk. Tabi gelsin dedi ve orada kalmaya karar verdim. Kayıt işlemlerimi bizzat da tamamlayınca işbaşı yapıp mesaiden sonra Hikmet’in işyerine gittim.
Onun da mesaisi bitince beraber evlerinin yolunu tuttuk. Yoldayken bir ev arkadaşım daha var dedi. Eve vardık içeri girdik. Ben misafirliğin gereğini yapıyor evi, etrafı inceliyordum. Muhtemelen tavuk sote yapılan mutfaktaki kokulardan sonra ikisi de geldi. Sade bir ‘Hoş Gediniz,’ cümlesi ile muhatap olduğum ev arkadaşı ile -ki adı Mustafa’ydı- sofraya oturduk. Biraz sessizlik olunca Hikmet bir şeyler aç da izleyelim dedi. Mustafa bilgisayardan bir şeyler açmaya çalışırken biz işimle ilgili konuşmaya başladık.
Az sonra tuhaf bir müzik dinlemekte olduğumuzu fark ettik. Hikmet her zamanki matrak tarzıyla, Bu nedir? diye sordu. Ben de çok merak etmiştim. Yemek müziği açtım. Yemek yerken dinlenecek müzikler yazdım bu çıktı, dedi.
Hikmet şaşkınlıkla başını salladı. Allah aşkına Güldür Güldür gibi bir şeyler aç, dedi. Ben hiçbir şey demedim. Hayatımda bu kadar düz düşünebilen biri ile karşılaştığım için çok şaşkındım. Nasıl bir kafa yahu? diye kendi kendime sormadan da edemedim. 
Mustafa kafamda  o tuhaf yerde yer ederken gecenin ilerleyen saatlerinde herkes odasına çekildi.
Ertesi gün mesai bitince eve gittim yine. Eve vardığımda sadece Mustafa evdeydi. İçeri girip oturdum. Mustafa birkaç defa yemek için mutfağa gitti. Ben de su içmek için mutfağa gidince evden, işten, memleketten kısa cümlelerle ve kısa cevaplarla konuşmaya başladık. Yıllarca matematik dersleri verdiğimi söyledim. Sinemadan, edebiyattan, yazarlardan, yönetmenlerden konuştuk. Ardından tüm önyargılarımı kıran sorusunu sordu. ‘Peki hocam bir soru sorayım size. Matematik icat mıdır, keşif midir? 
İtiraf etmek gerekirse ben bir matematik hayranıyım, öğrencilerime çözdüğüm her soruda, anlattığım her konuda matematikte bu kadar mükemmel bir uyum olması beni hep şaşırtırdı. Mesela türev hesabı yaparken fonksiyonun o noktadaki eğimini vermesi bir formülle açıklanamazdı benim için. Ya da integral hesabı yaparken cismin hacmini vermesi akıl almaz gelirdi. Bu yüzden bu formülleri bulanlardan ziyade bir sistemin var olduğuna inanırdım. Var olan bir sistemler bütünü vardı. Keşfedilen kısmı matematiği oluşturuyordu.
Bu soru üzerine yıllarca düşündüğüm bir soruydu yani. Cevaben kesinlikle bir keşif olduğunu ve gerekçelerimi sıraladım. Sanırım o cevaptan sonra onun bana karşı önyargıları da bende olduğu gibi kırıldı.
Bu soru çok kıymetliydi ancak bizim kısa sürede çok daha sık görüşmemizin asıl nedeni bu soru değildi. Aslında ikimizin de farkında olduğu şey icat ve keşfin ikimiz için de farklı anlamlarda olmasıydı. Keşif ve icadın farkını bilebilmek ciddi bir tevhit inancına işaret ediyordu. Bu çerçeveye sanat, edebiyata olan ilgilerimiz ve çalışmalarımız da eklenince çok daha yakınlaştık. 
Her görüşmemizde fikirlerimiz savaşıyor, farklı bakış açıları sunuyordu. Sürekli tetikte bir zihin, eleştirel bakabilen, eğriye eğri dememizi sağlayan bir iklim oluşturuyordu. İşte o soru, Bu adamla çok sağlam bir arkadaşlık kuracaksın. Fikrimin ne kadar doğru bir fikir olduğunu anlamama sebep oldu.

Yazının Devamı

ŞEHİR

Bakmayın şu halime. Normalde bu şekilde sokağa çıkacak kadar delirmedim. Herkesin içinde bir parça delilik hamuru vardır da ben o hamuru çok yoğurmuyorum. Ayakkabılarım mı? Aldılar. Eveeet. Zorla aldılar. Gömleğimi de, pantolonumu da... Neyse ki iç çamaşırım ve atletimi istemediler. Daha doğrusu almadılar. Almak isteseler vermem gerekebilirdi. Çünkü diğer şeyler için direndiğimde kafamı çöp sularının birikintisine sokmaya çalıştılar. Saçlarım bu yüzden dağınık ve leş gibi.

Ev mi? Evet var. Evim var tabi. Şu an oraya gidiyorum ancak çok uzakta. Ya iki otobüs değiştireceğim ya da taksiye bineceğim. Şehirdeki taksilerin yarısından fazlasına el etmeme rağmen bir tanesi bile durmadı. Hatta küfür ederken geçip gittiklerine yemin edebilirim. Hava sıcak değil ama soğuk da değil belki biraz soğuk galiptir. Pis bir sonbahar günü işte! Şemsiyem varken bile tahammül edemediğim yağmur şimdi tenime dokunuyor ara ara. Otobüs diyordum. Onlar da ne kadar yalvarsam da almadılar. Dahası yarım saatlik sızlanmamın ardından biri beni aldı. Geriye bir araca daha binip eve kavuşmak kalıyor ama bu yol daha uzun ve maalesef inmek zorunda olduğum bu durak şehrin en işlek yerinde.

İlkin herkesin beni meczup sanacağını düşünüyordum. Ya da dilenmeye çalışan biri sanacaklarına inanmıştım. Ancak hiç kimse bana bakmıyor bile. Mesela şu adam… Elinde bond çanta. Kulağında da şu kablosuz kulaklıklardan var. Diğer elinde de kahve bardağı. Hararetli hararetli konuşuyor bir yandan da kahvesini yudumlayıp koşturuyor. Ya da şu kadın… Elinde şu küçük cins köpeklerden, sırtında muhtemelen elindeki canlının familyasından yapılmış bir kürk ve diğer elinde telefonu var. Muhtemelen ahmak takipçileri için canlı yayında. Hemen yanımdan bu kez bir genç grubu geçiyor. Öyle bir muhabbete dalmışlar ki… Arada bir kahkaha sesleri yükseliyor. Gülmekten yerlere yığılıyorlar neredeyse. 

Lüks bir restoranın önünden geçiyorum şimdi. Buradan, kıyafetlerimle geçerken bile acaba benim için ne düşünürler diye merak ederdim. Şimdi fark ediyorum ki ne müşteri ne çalışanlar bırakın benimle ilgili negatif düşünceler edinmeyi beni hiç fark etmediler bile. Bir süre daha görünmez bir adam gibi şehrin içerisinde ilerledim.

Durdum sonra. Bitmez tükenmez şu yoğunluğa baktım. Korna sesleri, insan sesleri, araç sesleri, binaların renkli tabelalarından suratıma suratıma çarpan binlerce renk gürültüsü… Sanki bir oyun içerisindeydim. Oyundaki karakterler sınırlıydı ve sürekli aynı kişilerle karşılaşıyor gibiydim. Aynı adam. Aynı kadın, aynı insanlar… Hepsi de bana kör.

Nihayetinde beş altı yaşlarında bir çocuk ile göz göze geldim. Halime acımıştı belki. Annesinin kolunu çekiştirdi defalarca. Kadın telefonun ekranından gözünü ayırmadan oğlunu çekiştirerek ilerliyordu. Durdu. Çocuğa baktı. Ne istediğini sordu. Çocuk bu azarlayan bakışların altında ezilirken beni gösterdi annesine. Kadın ile göz göze geldik.

Öyle bir baktı ki bana. Ben bile kendimden tiksindim. Bir insan bakışları ile küfür edebilir miydi? Evet! Hiçbir şey demedim. Çocuk kolunu annesine teslim etmiş gibi sürüklenirken benimle göz göze geldi yine. Bir süre halime, tipime baktı. Annesinin ardı sıra sürüklemesine teslim olmuş vaziyette uzaklaşırlarken yine göz göze geldik, tebessüm etti.

Yazının Devamı
Copyright © 2024 Tüm Hakları Saklıdır. Başarım Ajans - Haber Yazımı Web Tasarım Sosyal Medya Yönetimi Reklam Yönetimi