Notice: Undefined index: HTTP_ACCEPT_LANGUAGE in /home/onkhaber/domains/onkhaber.com/public_html/section/header.php on line 8
Hay Çocuk! | Mustafa AYYÜREK | Köşe Yazıları | ÖNK HABER
Mustafa AYYÜREK

Hay Çocuk!

: 20-05-2024


Bakışları masumiyet gülü kokan bir çocuktu. Saçları biraz uzunca, gözleri sarı, yeşil, kahve... Sus pus, kendi halinde tembel bir çocuk! Kimsesi olmadığı gibi herhangi bir işi de yoktu. 'Eli iş tutmaz, tembel işte aylak aylak dolaşır' derlerdi onun için. Hâlbuki biri yol gösterdi mi, aslan kesilirdi. Fırsat verselerdi dağı kuruyan sünger gibi hallaç pamuğuna çevirirdi... Elli değil, yetmiş değil tam yüz kilo taşırdı. Fırsat verselerdi görün o zaman tüm herkese sevgiyle nasıl kucak açar ve aşılmaz denen engelleri nasıl da aşardı. Fırsat verselerdi daha bir sürü şey yapardı.
Bazıları 'bak bize benziyor, o da bizim gibi' şeklinde nutuklar atar, durumu usulsüzce kotarmaya çalışırdı. Ben aldırmazdım buna, inanmazdım bu nutuklara. Zaten nerede bir nutuk, nerede bir hengame varsa orada ya suçluluk psikolojisi devreye girerdi ya da buna benzer daha başka bir şey. Hem nerden bize benzeyecek ki o çocuk? Yo yo, hayır, bize hiç mi hiç benzemezdi. Çünkü o tek başınaydı, yalnızdı, karamsardı. Tembeldi ya, eli iş tutmazdı! Nerden bize benzeyecekti?
Sonu gelmeyen bir yolun uzayıp giden kimi kara kimi ak, ama çokça kara çizgileri alın yazısında çoğalmış ve onu ense kökünden vurmuştur. Her yol ayrımında hep birilerini kaybetmiş, hayatın sillesini yemiş, ama hiç kazanmamıştır.
Hey çocuk, vay çocuk, bre çocuk!
Babası dünyayı terk edeli kim bilir kaç yıl, anne desen bırakıp gideli yıllar yıllı olmuş. Ah o baba! O baba yok mu, kaç kez evlenmiş, her evliliğinden kaç çocuk yapmış, sayısını bilen yok. Umursamaz, sefaya düşkün bu insan kırığının, bu sefil babanın gerçekte kaç kez evlendiğini bilen biri de yokmuş ya neyse!
Güneşte kavruk toprak, rüzgarda nereye düşeceği belli olmayan tüydü. Ne yolu belliydi ne de izi. Ne varılacak mezili bulunurdu ne de sırtını yaslayabileceği dayanağı.
Akrabaları vardı... Vardı ya bilmem kaç yıl evvel verdikleri on kuruşun hesabını sormuşlardı. Dilsizdi ya çocuk, hayatı boyunca kafasına vuranı, ekmeğini çalıp kaçanı eksik olmadı. Sorunları çoktu, ama bir türlü kelimeleri bir araya getirip konuşamadı, anlatamadı, içi içini yedi hep. Bazen öyle keskin bir sıkıntı kalbini deşerdi ki konuşmak bir tarafa etrafında kimseyi görmek dahi istemezdi. Hasılı kelam etrafında kimse de bulunmazdı zaten. Dilsiz oluşu konuşamadığından değildi, kendini ezik hissedişindendi belki de kimsesizliğindendi. Kimi zaman ise akrabaları o varken... Evet, evet, yanlarında o çocuk varken evlatlarını en içten duygularla sevişlerindendi. Hem de gözlerinin içine baka baka... Ve kim bilir daha neler nelerdendi?
Düştüğü zaman kaldıranı olmadı ki, hep kendi emeğiyle ayağa kalktı. Aç kaldığında doyuranı olmadı ki aç yattı. Kavga ettiğinde koruyanı, hastalandığında bakanı, üzüldüğünde teselli edeni de olmadı. Nasıl konuşsun? Nasıl bizim gibi olsun? Hayır, hayır! O hiç bizim gibi değildi.
Biz yirmi, yirmi beşlerimize kadar baba ocağında bebeler gibi dolaşırken, o henüz beş ya da yedi yaşlarında, bir sığıntı gibi yer değiştiriyor, belki bu defa sevinci bulabilirim diye heyecana geliyordu. Yaşı ha beş olsun ha yedi... Kaç yaşında olduğu fark etmeksizin gülümseyeceği yaşta tebessümden bihaber amaçsızca dolanıp... Ah çocuk, bre çocuk, vay çocuk!

Kim zaman seksen yaşındaki bir piri fani kahkahasıyla, neşesiyle ölümü selamlardı. Halbuki bu çocuk oyun çağının en bereketli zamanında hayatın en kederli noktasında kendine yer buluyordu ve daralan duygu dünyasıyla hepimize meydan okuyordu. Fakat bu meydan okuyuş çoğu zaman karşılıksız kalıyor ve bitmek tükenmek bilmeyen acılarıyla başbaşa kalıyordu.

Bebek sayılacağı dönemde böylesi acılar yaşamamalıydı. Onu seyredenler; elinde boyama kalemi ya da gelişigüzel karalanmış bir defterle karşılaşmalıydı. Ama ona her bakan karşısında öfkesiyle ne yapacağını bilmeyen bir yetişkin görürdü.
Saymakla bitmez çocukların hüzün şarkısıdır yalnızlık senfonisi.

Düşse tutanı, ağlasa susturanı, kaçsa getireni, el öpmek istese… Ama biz, biz öyle miydik? Her yol ayrımında sevsek de sevmesek de bizim için doğru olanı yapan birinin müşfik elini muhakkak sırtımızda hissederdik. O elin sıcaklığında ya bir bardak su ya da tatlı bir şerbet içerdik. Bazen o el ne şerbet ne de su vermezdi; ama o el hep bıkmazdı, hep vardı. Sokak aralarında dolaştığımızda kuytu yerlerde bazen bir serseriye dur, derdi, bazen de okul çıkışında bizi köşeye sıkıştırmış bir köpeğe yallah çekerdi...

Bir çocuk tanıdım... Dediler ki o çocuk tıpkı bizim gibi… Yo yo, hayır, hiç bizim gibi değil. Kış, şiddetini tüm keskinliği ile hissettirirken o çocuk ya mendil sattı ya da sıcaklığında cennete uçtuğu kibrit kutularını. Bakışları anlamsız ve matem doluydu. Karnı açlıktan içeri çökünce sessiz sedasız köşesine çekilir, hüzünle fırın camından öylece içeri bakardı.

Kaç Pollyanna onun içini ferahlatır, kaç Ayşecik bir Ömer’in evlat edinmesini sağlayabilirdi onun için?

Böyle bir çocuğun varlığını çok kere hatırlıyorum. İnsan böyle bir durumda başını hangi taşa vurur, hangi yas şarkısını söyler, bilemiyorum.

Ana-baba olmadı mı, yetime-öksüze sahip çıkan biri olmadı mı, hayat kişinin ayaklarına vurulmuş prangadan başka bir şey değildir.

Yo yo, konuşmayalım artık, hayatın derin manalar içeren dehlizlerinde sıkıntı çekmediğimizi bilelim. Başımızda saçımızı okşayan bir el hep varken, her ne olursa olsun bizden vazgeçmeyen mütebessim bir aileye sahipken o çocuk bizim gibidir, demeyelim. Şunu kabul edelim artık: ayağına vurulmuş prangayla yürümeye çalışan o çocuk sadece kendi gibidir.


Gri Dalgaların Altında

Yoğun bir hüzün içerisindeydim. Soğuk ve gri bulutlar pencereden izlediğim gökyüzünü kaplamıştı, tıpkı içimde biriken düşünceler gibi bu keder yüreğimi sıkıştırıyordu. Yağmur damlaları yavaşça toprağa karışırken, her biri içimdeki ağırlığı daha derine gömüyordu. Sokaklar ıssızdı, yalnızca rüzgarın uğultusu ve uzaklardan gelen çığlıklar, kasvetli bir tedirginlik yaratıyordu. Bu sessizlik, insanın ruhunu boğan bir bunalımın yansıması gibiydi; adeta ölümün habercisi, ama kimse ölmüyordu.

İnsanlardan kaçıp eski, yıpranmış bir koltuğun köşesine sığındım. Gölgelere dalan bakışlarım, sevinci bir daha asla yakalayamayacakmış gibi hissediyordu (En azından dünyanın geldiği noktayı düşünürsek bu pek mümkün görünmüyor). İçimdeki acıdan kurtulmak istiyordum, fakat her şey beni derin bir sessizliğe çekiyordu. Sonbaharın sararmış yaprakları rüzgarda savruldukça, sanki her biri bir parçamı alıp götürüyordu. Ağaçlar her yaprak dökümünde beni biraz daha uykuya yaklaştırıyordu. Doğa bile bu kederi paylaşıyor gibiydi, her şey sessiz bir ağıt yakıyordu. Eşyalar bile… Masa melankolik, gıcırdayan kapı dertliydi. Uzaklardan yankılanan martının çığlığı ise, sadece bu sessizliğe eşlik eden bir kahkaha gibiydi.

Pencerenin ardında beni kucaklamak için bekleyen denizi izledim. Okyanusun gri tonları, içimdeki kederin bir yansımasıydı. Soğuk dalgalar arasında kaybolmuş bu umutsuzluk, sanki denizle bir olmuştu. Mavi denizi bir kenara bırakıp gri tonlardaki dalgalara odaklandım. O sularda yalnızca “...” buluyordum. Her dalga, içimdeki hislerin yankısıydı. Sanki deniz, acılarımı/zı/ alıp bilinmeyene sürüklüyordu.

Odaya, tavana, gökyüzüne, denize, hatta ruhuma sinmiş bir ağırlık vardı. Bundan hiç kimse kaçamıyordu.

Sahilde yürümek için dışarı çıktım. Denizden gelen esinti, içimde yankılanıyordu. Gözlerimi biraz önce pencereden izlediğim dalgalara çevirdim. Bir an için dalgaların arasında kaybolmayı düşündüm; denizin belirsiz sonsuzluğunda, kimliğimi, acılarımı ve tüm ağırlığımı geride bırakarak...

    

Ayaklarımın altındaki ıslak kumların soğukluğunu hissederek ilerledim. Her adım, beni daha da denizin içine çeker gibiydi. Dalgalar ayak bileklerime kadar yükseldiğinde duraksadım. Belki de bu deniz, yalnızca kederin değil, bir kurtuluşun da habercisiydi. İçimde bir yerlerde, derinlere gömülmüş bir umudun varlığını sezinledim. Her şeyin, bu gri bulutların, bu sessiz çığlıkların ötesinde bir anlamı olmalıydı. Rüzgar biraz daha şiddetlendi ve sanki doğa, içimde yankılanan bu kargaşaya eşlik ediyordu. Bir anlığına durup derin bir nefes aldım. Belki de bu karanlığın içinden çıkmanın tek yolu, onunla yüzleşmekti. Denize son bir kez baktım; soğuk dalgaların altındaki o boşluk, bana artık korkutucu gelmiyordu. Ya da bu şekilde hissetmek istiyordum…

Yazının Devamı

RAN /Bir Sütun(Translate öyle dedi)/ (İMDB 8.2)


1985, uzun metraj Akira Kurusowa filmi. Filmin Shakespeare’in ünlü yapıtı “Kral Leardan uyarlanma olduğu söylenir. Oysa ben, filme konu olan hikâyeyi daha öncesinden dile getirilmiş doğu masallarının birinde anımsadığımı biliyorum. Fakat tam olarak nereden olduğunu bir türlü hatırlayamıyorum (ki zaten Shakespeare’in de Kral Lear’ı uyarlayarak yazdığı söylenir.) 

Film, Japon tarihinin 16. yy dönemindeki feodal savaşlarını konu almaktadır. Aynı zamanda Japonya'da dönemin ünlü savaş lordu Hidetora Ichimonji'nin yaşadığı trajik düşüşü akıcı bir şekilde aktarmaktadır. Yaşlandığı için eski gücünü ve ihtişamını kaybeden Hidetora, üç oğluna topraklarını paylaştırırken büyük bir savaşın patlak vermesine neden oluyor. İhanet, intikam, sadakat, aile ve güç ilişkileri gibi temaları da gözden kaçırmayan film, Kurosawa’nın gözüyle o dönem toplumundaki değerleri ince eleyip sık dokuyarak sorgulanmaktadır. Filmdeki konunun işleniş şekli her ne kadar Japon kültürünü yansıtsa da filmi izlerken Japonların dünyasında bulunan kırılmalara, gerilimlere benzer şeyleri iç aleminizin  derinliklerinde bile yaşayacak ve kişi ve olaylarla empati kurmaktan uzak duramayacaksınız. 


"Ran" sinema eleştirmenleri ve genel izleyici kitlesi tarafından Japon sinema tarihinin en büyük yapımlarından biri olarak kabul edilmektedir. Açık ara farkla izlediklerimin en iyisi. 7 Samuray ve Rashomon benliğimde bu filme yakın izler bıraksa da Ran zihnimde daha başka bir yer edinmiş vaziyette. Film, görsel açıdan muhteşem sahneler, çarpıcı renk kullanımları, etkileyici müzikleri ve başarılı oyunculuk performanslarıyla  büyük bir etki yaratmayı başarmıştır. Ayrıca, Kurosawa'nın sinematik üslubu, düşünce derinliği ve insan doğası hakkındaki gözlemci bakış açılarıyla da övgüyü fazlasıyla hak ediyor. 

.Filmde bir baba (kral, hükümdar, lider, yönetici), üç oğul ve hükümdara biat edenler ve etmeyenler arasında mücadeleler usta bir işçilikle işlenmiş durumda. İzlerken sıkılmıyor aksine kimi sahnelerde insan kendisini filmin dünyası içerisinde buluyor. İlerleyen dakikalarda ihanet, entrika ve vefa üçgeninin keskin uçları parmak uçlarınıza değecek, kanınızın damla damla toprağı suladığını şaşkınlıkla izleyeceksiniz. En önemlisi ise bir kralın verdiği hatalı bir kararla deliliğe açılan yollarn nasıl da ardı ardına açıldığını seyredeceksiniz. Ölüm, terk ediliş, açlık, kovulma, tekrar kovulma ve umudun tam tükeneceği yerde beklenmeyen davet göze çarpacak… 

Sanırım bir filmde en çok dikkat edilen şey karakterlerin değişim süreci ve oldukları nokta ile geldikleri noktanın aktarımıdır. Filmi izlerken karakterlerin geldikleri noktayı yadırgamayacak bilakis işçiliğin çok iyi yapıldığını, karakter gelişimlerinin ne denli güzel yapıldığını kendi gözlerinizle göreceksiniz.

Yazının Devamı

Tıpkı


İnsan bu asırda kalpsizdir; belki de her asırda kalpsizdi. Bunun böyle olduğunu sözcüklerle ifade edebilecek kadar bilgili ve anlatımı istenilen düzeyde açık tutmayı amaçlayacak kadar cesur değilim.

İnsan bu asırda gaddardır; belki de her asırda gaddardı. Bunu sırf acı çeksin diye başka birinin verdiği 'akıl'larda hep gördük. İnsanın sert yüzünü iliklerimize kadar hissettiğimiz kuşkusuz bir gerçek. Nahif şiirler yazamıyor ya da ince notalı ezgilere aşina olamıyoruz. Kelimeler peşi sıra dizildiğinde beklentimiz ya ters köşe olma ya da sürpriz bir sonla bitme eğilimindedir. Çünkü yaşanan yıkımın dile getirilişi ilgimizi çekmiyor. İyi ve fayda dikkate değer olmuyor artık. Bir sanat filminin damağımızda bıraktığı tat ise sadece 'dramın hazzı' olarak kalıyor. Kendimizi kahramanın yerine koyup, yaşadığı hiçbir şeyi yaşamadan zafer edasıyla sadece sona ulaşıyoruz. Sonu hiç gelmeyen sonlara!

İnsan bu asırda laf cambazıdır; belki de anlamaya kapalıdır. Çünkü hep anlaşılmak derdindedir. Oysa çağın anlayışsızlığını kurtaracak şey; sözcükleri afili kullanma özgürlüğünde değil, insan olmamızı sağlayan sadelik ve basitlikle olacaktı. Sözcükler, mizan vakti tartıya denk düşünce en edebi olanı, her şeyi ama her şeyi en detaylı tasvirleriyle müjdeleyecek ya da pişman edecek vakitte gerçekleşecektir.

... Halbuki keşfedilmesi gereken özel bir güç var. Yıkıcı olmayan, onaran - tamir eden. Bunun insana bakan tarafı eşsiz ve mükemmeldir. Sanırım... Evet evet, hiç kuşkusuz bu güç kâinatın merkezi ve en sarsılmaz kalesidir. Kaçınılmaz bir şekilde tüm güzellikleri, tüm iyi hususiyetleri, tüm iyi meziyetleri içerisinde barındırır. Varlıklar arasında sadece insanda bulunmayan ve ancak sadece insanda gerçek yansıması olan; farklılığının ve vicdanın habercisi, hayata anlam katan olumlu tarafın ta kendisidir. Toprağa sımsıkı bağlanmış asırlık çınar ya da kökleri her tarafı saracak anlayış damarı gibi.

İçtenliğin, samimiyetin anlamı yitirilmemişse, bir patlamada yaralara merhem olacak, çarpışmaları engelleyecek, tüm yıkımlara dur diyecek kadar büyüktür bu güç. Kanadı kırık kuşun özgürlüğü, yetim bebeğin katıksız aşı, göğü delen dalın yükselişi, kadının - suçsuz bebeğin haykırışı, bir yaşlının umududur o.

Ancak, dünyayı bu sefil ve umutsuzluk veren karanlıklardan koruması gerekiyordu. Yani insanı, bitkiyi, hayvanı; dağı - taşı. Yaşlıyı, çocuğu ve genci. Kadını, masumiyeti ve kadını. Yuvasını kaybetmiş bir karıncayı ya dadalları sırf keyif için kesilmiş bir ağacı veyahut bir kuşu. Henüz uçmayı öğrenmiş ama kanadı kırık bir kuşu korumalıydı! Ama hayır, ona sahip olmayanlar kirletti tüm bunları. Onların içinde iyilik yoktu. Onlar mahrumdu o kutsal şeyden. Onlar kötüydü.

O kötüler ezmeye, yok etmeye kalkıştılar. Bu yüzden iç âlemimiz, sınırlarımız ve anlayışımız küçük bir nokta haline geldi. Daraldı. Daraldı yollar, tıpkı kafalar gibi, çıkmaz oldu bütün sokaklar, tıpkı ilerisi olmayan gelecek gibi…

İlerlemeyi, ufka ulaşmayı engelleyen duvarlar türedi kötülerle beraber. Kül oldu dünya, her şey ufaldı. Un ufak oldu. Hâlbuki küçülmesi gereken sadece mesafelerdi ve sadece çürümüş buğday ufalmalı ve bir kütük kül olmalıydı.

Evet, dünya küçüldükçe insan. İnsan küçüldükçe beşer oldu. Hakikatin bize dönük yüzü küçüldükçe küçüldü.

Değer verdiğimiz şeylere olan inancımız zayıfladı, kutsadıklarımız en iğrenç şekillerde alaşağı edildi. İnancımız zayıfladıkça kendini daha çok saklamaya başladı, daha derinlere doğru çekildi. Saklandı. Sadece bazılarımıza, en hisli olanlarımıza görünür oldu, gayrısından kaçtıkça kaçtı.

… Hâlâ kaçıp gidiyor. Yakalayamıyoruz. Gitti! Derinliklerimize doğru, en derinlerimize doğru gitti. Seslenmediğimiz için artık kulakları da tıkalı. Oysa kötülerle baş etmeye çalışmalıydık. Yapmadık. Yapamadık. Yıkıldık. Yıkılıyoruz.

Bir bebeğin bakışları kadar masumdu. Kaynağı, bebeği korur gibi korumalıydık. Bebeği korumadık... Koruma amacımız yoktu zaten. Hayallerimizde hedef için her yolun mubah olduğu gerçeği vardı.

Onlar kötüydüler. Biz de kötüydük. Oysa bebek ne kadar da masumdu!

Bebekler; sahiplendiği şeyi gücü olmamasına rağmen korurdu. Bunu en insani şekilde, yani ağlayarak yapardı, çığırtkanlık yaparak değil. Varlığa asla düşmanca bakmazlar ki onlar. Çünkü her iki hayatın en neşeli tarafı, hassas kuşudur onlar. İnsanın ne ten rengine ne de eksikliğine takılırlar.

Bir zamanlar biz, evet, biz, şimdinin büyükleri... Bir zamanların bebekleriydik. Anlayışlı olacağı ümit edilen, yolda yürürken bir böceği dahi ezmeyecek olan! Savaşı bir kenara bırakalım, haksız yere sesini dahi yükseltmeyecek olan… Büyüdük. Hızlı hızlı ayak uydurduk olumsuzluklara, henüz ilk adımı atarken kaybetmeye başladık o eşsiz güzelliği. Öyle yavaş ve sinsice ilerledik ki onun kutsallığını, önemini her geçen gün daha fazla kaybettik. Bize önemsiz ve işe yaramaz gelmeye başladı. Oysa insani şeylere ilgimiz vardı, kaybetmeme pahasına dövüştüğümüz. Uğruna ölüp ölüp dirildiğimiz. Bağlılığımız kaybolmaya yüz tutarken elimizde kalan son şeydi bu. Yitirdik.

Yağmur yağsa da içimize, köklerimiz tekrar filizlense ya… Kendimizi bKötülerin ezme ve yok etme girişimlerine karşı direnmedik. Bu yüzden iç dünyamız, sınırlarımız ve anlayışımız küçük bir noktaya indirgendi. Daraldı. Yollar daraldı, tıpkı kafalar gibi, tüm sokaklar çıkmaza gitti, tıpkı umutsuz bir gelecek gibi...

Kötülerle birlikte ilerlemeyi ve ufka ulaşmayı engelleyen duvarlar ortaya çıktı. Dünya küle döndü, her şey ufaldı. Un ufak oldu. Oysa küçülmesi gereken sadece mesafelerdi ve çürümüş buğday ufalmalı, bir kütük kül olmalıydı.

Evet, dünya küçüldükçe insan küçüldü. İnsan küçüldükçe sıradanlaştı. Hakikatin yüzü bizimle birlikte küçüldü.

Değer verdiğimiz şeylere olan inancımız zayıfladı, saygı duyduklarımız en iğrenç şekillerde yıkıldı. İnancımız zayıfladıkça daha çok kendimizi saklamaya başladık, daha derinlere çekildik. Saklandık. Sadece duygusal olanlarımız için görünür olduk, diğerlerinden kaçtıkça kaçtık.

...Hâlâ kaçıp gidiyor. Yakalayamıyoruz. Gitti! En derinlerimize, içimize doğru gitti. Artık onu çağırmadığımız için kulakları da tıkandı. Oysa kötülerle baş etmeye çalışmalıydık. Ama yapmadık. Yapamadık. Yıkıldık. Yıkılıyoruz.

Bir bebeğin bakışları kadar masumdu. Onu korumalıydık, gücü olmasa bile. Bebeği korumadık... Zaten korumak niyetimiz de yoktu. Hedeflerimiz için her yolun mubah olduğu düşüncesi vardı.

Onlar kötüydü. Biz de kötüydük. Oysa bebek ne kadar masumdu!

Bebekler; sahip oldukları şeyi güçleri olmasa bile korurdu. Bunu en insani şekilde, yani ağlayarak yapardı, bağırmadan. Onlar hiçbir varlığa düşmanca bakmazlar. Çünkü iki hayatın en neşeli yanı, onların hassas kanaryasıdır. İnsanın ten rengine veya eksikliklerine takılmazlar.

Bir zamanlar biz, evet, biz, şimdiki büyükler... Bir zamanların bebekleriydik. Anlayışlı olacağımız umut edilen, sadece yolda yürürken bir böceği bile ezemeyecek, savaşı bir kenara bırakalım, haksız yere bile sesimizi yükseltmeyecek olan... Büyüdük. Olumsuzluklara hızla uyum sağladık, henüz ilk adımımızı atarken o eşsiz güzelliği kaybetmeye başladık. O kadar yavaş ve sinsice ilerledik ki, onun kutsallığını ve önemini her geçen gün daha da fazla kaybettik. Önemsiz ve işe yaramaz görünmeye başladı. Oysa insani değerlere ilgimiz vardı, onu korumak için ölümüne savaştığımız. Bağlılığımız kaybolurken elimizde kalan son şeydi. Onu kaybettik.

Yağmur yağsa da içimize, köklerimiz tekrar filizlense... Kendimizi yeniden keşfetsek… Tıpkı..!


… Ama… İnsan bu asırda kalpsizdir; belki de her asırda kalpsizdi. Bunun böyle olduğunu sözcüklerle ifade edebilecek kadar bilgili ve anlatımı istenilen düzeyde açık tutmayı amaçlayacak kadar cesur değilim.




Yazının Devamı

Anlam Birliği Üzerine Bir Deneme


Hayatın başlı başına “tek hakikat” olduğunu ve her şeyin bu hakikat içerisinde şekillendiğini
söyleyebiliriz. Ancak, yaşam serüvenindeki deneyimler, farklı düşünce ve fikirler kişiye özel
olduğundan, inşa ettiğimiz öznel gerçekliği tek ve sarsılmaz hakikat olarak görürüz. Çelişki gibi
görünen bu ifadelerde herhangi bir problem olmadığını düşünebilirsiniz, fakat şunu sormaktan uzak
kalamayacağım: Nasıl olur da aynı hakikat etrafında toplandığını iddia edenlerin ölümüne savunduğu
ya da uğruna kelleler aldığı duruş biçiminde çıkardığı sonuçlar birbirinden farklı olabiliyor? Aynı
sözcük birini savaşçı yaparken nasıl oluyor da bir başkasını sakinleştirmeyi başarıyor?


İki kere iki eşittir dört, matematiğin en temel ön koşuluydu. Matematik için referans alınan bu
koşulla sayılar, kimsenin itiraz etmeyeceği şekilde inşa edildi. Dünyanın neresine gidersek gidelim,
matematikteki bu önkoşul her yerde aynı gelişimde şekillendi. Bu değer, farklı biçim ve formlarla
telaffuz edilse de ifade ettiği şeyin rakamsal değeri değişmemekteydi. Yani, yaşam serüvenindeki
deneyimler ve farklı düşünce ve fikirler kişiye özel olsa da kanun hükmünde bulunan bu veri, insanlığı
adeta yekpare haline getiriyordu.


Bu bilimsel ilke, insana neden sözcüklerin manalarının sayılar gibi her yerde aynı anlama
gelmediğini sorgulatıyor. İnsan, tabii olarak sayılar dünyasındaki bu değişmez yasaların, herkesi bir
arada toplayan gizlenmiş kodların, herkesçe aynı manaya gelen ve düşüncede dahi yansıması
değişmeyen verilerin sözcüklerde de olmasını istiyor. En azından kelimelerin dünyasında böyle bir şey
olsaydı, daha mutlu ve tutarlı olurduk. Ancak, konuşmaya başlarken ilk söylediğimiz şeyin anlamı
çoğu zaman muğlak ve belirsiz oluyor. Belirsizlikle birlikte mecaz anlatım yolunu da tercih ediyoruz. Ve
bizler çok iyi biliyoruz ki 'dil' kanun ya da teori değildir. Bu da dili eğilip bükülmeye maruz kalan bir
nesne haline getiriyor. Sözcüklerin sihirli kullanımıyla apaçık ortada olan bir hakikati inkâr etmemek
işten bile olmuyor, bunu da çok iyi biliyor ve buna çokça şahit oluyoruz. Laf cambazlarının kelimelere
kattıkları yeni bakış açılarından sonra aynı sözcük, zihnimizde yeni çağrışımlarla doğuyor ve
kelimelerin kırılgan yapısından dolayı "aynı" dilsel ifade hepimize ayrı ayrı pencereler açıyordu.


Örneğin, ‘kuş’ sözcüğünü ele alalım. Bu sözcük, kimimiz için serçeyi, kimimiz için kartalı,
kimimiz için de bambaşka bir canlıyı temsil edecektir. Her ne kadar ‘kuş’ derken zihnimizde kanatları
olan, iki ayaklı, gagasıyla beslenen ve yumurtlayarak çoğalan bir canlı şekillense de, serçenin kartal
olmadığı gerçeği bizi daima yanıltacaktır. Yeni bir şeyi icat etme tutkusuyla biri aslana kartal başı ve
kartal kanadı ekleyerek hayatımızda asla var olmayan yeni bir türden bahsedecektir. Ortaya çıkan yeni
türle birlikte kuş tanımımız genişleyecek ve bambaşka sonuçlar şekillenecekti.


Peki, bizler basit bir şekilde ifade edilen ‘kuş’ sözcüğünde bile ortak bir noktada
buluşamayacaksak konuyu nasıl kavrayacağız? Hangi noktalarda bir araya gelip hangilerinde farklı
olmamız gerektiğini nasıl anlayacağız? Toplu kavrama hareketini dile getirenler bile sarf ettiği
cümlelerle bizlerin bütününü yakalayamazken, biz dinleyiciler nasıl birleştirici bir hükme varacağız?


İşte tam bu noktada, dil için de tıpkı matematikte olduğu gibi ortak bir kabul ve belirleyici bir
referans noktası bulma gerekliliği baş gösteriyor. Söz konusu referans noktası hem bizim gibi olmalı
hem de içimizden en iyisi. Hem yiyip içmeli hem de asla israf etmemeli. Hem sesini en uzaktakine
duyurmalı hem de bağırmamalı. Hayatı sözcükleriyle; sözcükleri hayatıyla çelişmemeli. En önemlisi
'kırılgan' olmamalı. Yeri geldiği zaman en yakınındakine bir köleye layık gördüğünü layık görebilmeli.
Sağlam anlayışa ve çelik iradeye sahip olmalı. Söylemleri çağları aşmalı ve her çağda uygulanabilir bir
yol açmalı, problemin çözümü için uygulanabilir yöntem belirleyebilmeli. Daha önemlisi konuştuğu
zaman dile getirdiklerini ondan asırlar sonra gelsek bile o an yanındakilerin anladığı neyse bizim
anlayacağımız şeyin, çıkaracağımız sonucun farksız olmasını sağlamalı. Yorum yolunu kapalı tutmalı.

Örneklemi uzattıkça uzatabiliriz, oysa dünyamızda bahsi geçen konunun karşılık bulması çok
zor. 'İnsan, insanın kurdudur' tanımlaması ve bu tanımlamanın geniş bir kitle tarafından kabul
edilmesi de ayrı bir güçlük yaratıyor. Herkes kendi inancını temsil edeni 'en iyisi işte budur' diye görüp
daha makul bir fikre kapalı oldukça, hem zorluk artacak hem de bütünleştirici unsura ulaşmamız asla
mümkün olmayacaktır.

Acaba kelimeleri sayfaya nakşeden kişi, söylemin neresinde kalıyor, demek en tabii hakkınız.
Amaç aynı noktada buluşmak olduğu için sayfaya kelimeleri dizenin değil, hakikat diye gösterilecek
noktanın gerçekten hakikat olup olmadığı gerçeğidir. Eğer işi yazma eylemini gerçekleştiren şahsa
indirgersek sonuç değişmeyecek, aynı tepeden aşağıya doğru yuvarlanmaya devam edeceğiz.

Her şeyden bağımsız olarak, şimdi karşımıza çıkan sorun şu oluyor: Referans noktası olarak
kabul ettiğimiz insanın söylemlerini nasıl ortak bir şekilde değerlendireceğiz? Madem sözcükler
kırılgan ve kaygan bir zeminde, herkes yine içine doğan aydınlığa göre şekillendirmeyecek mi
hakikatini? Hâlbuki hakikat tek ve birdir. Eğer söylendiği gibi hakikat tek ve birse, o zaman bunu en iyi
ifade edeni dinlemek ve ancak ona tabi olmakla konu çözülebilir. Bu gerçekleştiği zaman problem
tereyağından kıl çeker gibi selamete kavuşacak ve kişi ile hakikat arasına giren her şey bertaraf
olacaktır.

Son durumda, referans kabul ettiğimizin verdiği mesaj, iki kere iki eşittir dört olarak
yüreğimize işleyecek ve matematikteki sayı birliği gibi dildeki anlam birliğini yakalayacağız. Ne mutlu
müjdeli haberi verene ve ona uyana. Ne mutlu "sevgili, en sevgili, ey sevgili" dağılmışken bizi tekrar
bir araya getireceksin, diyebilene.
---

Yazının Devamı

Avrupa’nın Gölgesi Kimin Üstüne Düşer (1)

Geçen hafta İtalya’dan döndüm ve fark ettim ki Anadolu’nun dünyası göğsümde tazyikli serin bir su gibi fışkırırken diğer dünya deneyimlerinden uzağım. Bunu en başta ifade etmem gerek. Çünkü yanlı olmayan, kişinin kendi dünyasını yansıtmayan bir şey asla değerlendirilme konusu olamaz. 


Bu kişisel anlatımdan sonra asıl konuya dönecek olursak. Türkiye o kadar güzel ki, Avrupa’ya dair yapılan güzellemeler benim nazarımda boş tenekeden çıkan anlamsız sesler gibi kulakları tırmalıyor. Bu ses mi bizi aptallaştırıyor yoksa zaten aptal mıyız, karar veremiyorum. Ancak teneke sesine karşı olan tutumumun bazı yankıları İtalya turuyla gün yüzüne çıktı. 


Bir yerin veya bir mekanın reklamlar yoluyla öne sürülen kartpostal görüntüleri, sinema, televizyon, dergiler ve sosyal medya aracılığıyla sunulan neredeyse kusursuza yakın gösterimleri beni hep şüpheye düşürmüştü. Nasıl olurda ‘batı’ dışında kalan neredeyse her yer barbar ve yabani olabilirdi? Ya da nasıl olur da dünyanın sözde medeniyetten geri kalmış kara ve denizleri sadece mistik yerler olarak görülebilirdi? Bu bilindik ifade şimdilik burada kalsın. 


Denir ki, bir yalanı yeterince tekrar edersen, doğruluğuna herkesi inandırabilirsin. Ve işte tenekeden etrafa yayılan yalancı ses önce enstrümana dönüşmüş, ardından da muazzam bir orkestra gibi insanların kulağına ‘neşe’ notaları serpiştirmişti. Bu illüzyonun arkasında yatan gerçekleri görmek ise işte burada önem kazanıyor. Örneğin; Göz, gördüğü görüntülere aldanmış, bitmek bilmeyen yeşilliğiyle büyülenmişti. Ancak onların park ve bahçelerine, sokaklarına attıkları çöpler görülmüyor, sözde medeni insanların pervasız hareketleri göz ardı ediliyordu. Affedersiniz ama yere sadece Anadolu insanı tükürmüyor, sadece İranlılar ceza kesmiyor ya da sadece bazı Suriyeliler hırsızlık yapmıyordu. Ayrıca kırmızı ışık yanarken sadece doğu insanı karşıdan karşıya geçmiyor ve trafik kazaları hep aynı yerlerde olmuyor! Bunları pek tabii her yerde görmek mümkündür. Kısacası orada olanla başka yerde olanlar aynıdır.


Karadeniz bölgesinin ormanları ve eşsiz doğası orayı aratmayacak cinsten değil miydi? Yaylaları ve gölleri korunmuş olsaydı, Castel - Gandolfo’dan farksız olacaktı hiç şüphesiz. Bu durumun en güzel örneklerinden biri, Trabzon'un yaylalarındaki doğa harikalarıdır. En azından bir zamanlar öyleydi. Bu söylediklerime pek çok göz defalarca tanıklık etmiştir. 


Hayatta insana kendisini kötü hissettiren çok şey vardır. Eğer olumsuz bir şeyi gizlemek istiyorsan, Batı’nın yöntemlerini kullan. Eline kamerayı al ve Bologna’dan Roma’ya uzanan yoldaki ormanı yeşil perdeyle çek. Bunda yeterince başarılı olmadığını düşünüyorsan Russell Crowe’lu Kolezyum’un içinde gösterişli ve insanı çarpan Gladyatör’ü sahnele. Bu senaryoyu desteklemek için aynı işlemi farklı yerlerde ve farklı karelerle yeterince tekrarla. Emin ol, o şey artık olumsuz görülmeyecektir. En azından insan zihninde olumsuzluğun olumlu bir yer edineceği kesin! 


İşte onların kanlı sermayeleri üzerine bina ettikleri ön kapak ve başlıkları bu ve benzeri. Ön kapaktan kastımı şöyle bir iki cümle ile aşağıda detaylandırayım. 


Avrupa’yı son yüzyılda yazılmış en güzel kitap olarak kabul edersek, karşımıza benzersiz bir kitap ismi, göz alıcı bir kapak tasarımı ve ilk sayfaları titizlikle yazılmış edebi bir eser çıkar. Ancak, edebi bir eser için bunlar tek başına yeterli mi? Elbette ki hayır. Okumaya devam ettikçe satırlarda; kin, gaddarlık, bireysellik, nemelazımcılık, ikiyüzlülük ve nihayetinde ölüm temalarını buluruz. Öldürme ve sistemli işkencelerle yapılan sömürüler de cabasıdır. Üstelik, bu konuları işleyen filmlerle 'özür' mesajları vererek... Örneğin soykırımları anlatan filmleri. Şunun da farkındayım İtalya özelinde Avrupa’nın sadece bunlardan ibaret olduğunu ifade etmiyorum. İtalya’da bulunan yüzlerce yıllık eserleri inanın ağzım açık kalarak izledim. Yapılan binalar bana bu dünyadan değilmiş gibi geldi. Fakat orada yaşayanların da insan olduğu gerçeği unutulmazsa her yerle aynı olduğu net bir şekilde gözlemlenecektir. Ancak o zaman doğru bir izlenim elde edilecektir.

 

Bunların dışında şunları eklemek istiyorum. Sen Nemi’de Çilek Köyü’ne giderken bir esnafın sana kazık attığını, pizza yediğinde kasada ücreti üç katına çıkardıklarını ve soyulduğunda kimsenin umursamadığını göreceksin. İstanbul’daki bir insan hırsızlık yapıyor da Floransa’daki yapmıyor muydu? Biz Napoli’ye gitmezden evvel rehberin bizi kaç kez dikkat edin, diye, uyardığını asla unutmayacağım!


Bu metinde, gezi ile ilgili izlenimlerimin ilk kısmını paylaşıyorum sizinle. Bu izlenimlerin elbette ki sadece olumsuz deneyimlerle sınırlı değil. Ve gezi ile ilgili yazıları seriler şeklinde bir süre devam ettirmeyi düşünüyorum. Her yazımda gezinin farklı bir noktasına odaklanmaya çalışacağım. Tekrarlamak istiyorum İtalya’yı gezerken çok keyif aldım ve çok eğlendim. Yeni yerler görüp, farklı insanlarla karşılaştım. İngilizce bilmeden erkek tuvalet kapı kolunun kırık olduğunu bile anlattım (işaret diliyle değil tabii ki).Bu deneyim beni çok mutlu etti. Rehberin gideceğimiz yerler hakkında önce otobüste sonra mekanda aktardığı şeyler olağan üstüydü. İmkan bulacak herkesin bunu deneyimlemesi gerektiği fikrindeyim. Ancak, bu gölge altında kalınmadan yapılmalı. 

 

Sonuç olarak, Avrupa’nın sunduğu görüntülerin, yaptığı kaliteli reklamların ardında yatan gerçekler, dikkatle incelendiğinde ortaya çıkıyor. Gidildiği zaman dönüş kendine yabancılaşma olarak sonuçlanmasın. Ve ancak şunu asla ama asla unutmayalım; Avrupa’nın gölgesi kimin üstüne düşerse o karanlıkta kalıyor!

Yazının Devamı
Copyright © 2024 Tüm Hakları Saklıdır. Başarım Ajans - Haber Yazımı Web Tasarım Sosyal Medya Yönetimi Reklam Yönetimi