Türkiye’nin sismik yapısı, çok derinlerden yankılanan acı çığlıklarıyla dolup taşmış bir uyarı mahiyeti taşıyor. Bu sebeple oluşan her yeni deprem, öncekilerin sessiz çağrısına bir ekleme yaparak bizlere adeta yalvarıp durur. Unutmayın, eğer unutursanız…. Der gibi. Yine de fısıldayarak yavaş yavaş kendini hissettiren bu çağrılar büyük bir dehşete dönüşeceği zamana kadar hem sebep olduğu önceki ölümler hem de yıkımlar hızla unutulur. Marmara’dan, Erzincan’a, Van’dan son olarak 11 şehrimizi vuran o en dehşetli sarsıntıya kadar hepimizin ortak yanı olan tek şey: Unutmak. Sanki olağanüstü bir şekilde bir türlü bir araya gelemediğimiz bu coğrafyada bilinçli olarak birleştiğimiz tek nokta: Unutmak. Sağcısından solcusuna, siyasetçisinden vatandaşına değişmeyen tek birleşim noktamızı hafızamızın bu kırılmış fay hattı oluşturuyor.
Unutmak, yürek yangınını daha çok büyütmemek için geliştirilmiş bir savunma mekanizması olarak düşünülebilir. Ancak bu coğrafyada unutmak, zaafın ya da ferahlamanın ötesine geçip büyük bir alışkanlık haline gelmiş yuhlanacak en basiretsiz vaziyettidir. Her ne kadar gündemin yoğunluğu ve sürekli cereyan eden büyük olaylar bir nokta üzerinde düşünmenize izin vermeyecek şekilde gelişse de… Söz konusu durumu ne anlamaya ne de açıklamaya yetecek bir ipucu taşıyor. Depremin ardından, enkaz altından çıkarılan çoğu bebek, kadın ve yaşlı masum bedenlerin soğuğu bile hissetmeden gömülmesiyle birlikte zihnimizin fay hattı da devreye giriyor ve belleğimiz de aynı anda toprağa gömülüyor. Hem de tıpkı onlar gibi kefene sarılıp yıkanmadan toplu şekilde kazılan çukurlara atılarak. Bu unutuş, felaketleri yeniler ve kayıpları katlayarak çoğaltır.
Bir ülkede refah içinde yaşamanın, ülkenin tabiatıyla barışık olmasının gerekli zorunluluğu, hafıza körleşmeye başladığında anlamsızlaşıyor…. Bakınız hala deprem önlemleri alınmıyor. Her ne kadar biz suçu sisteme, müteahhite, belediyeye ya da benzer bir yere atsak da işin ucu dönüp dolaşıp vatandaşa yani bizim aymazlığımıza geliyor. Çünkü acı, son “enkaz” kalkmadan çoktan bizi terk edip gitmiş oluyor. Binaları daha güçlü inşa etme gerekliliği, yaslar eksik kaldığında… Evet, işte “şehirler” eski yüzünü yeniden geri kazandı algısıyla yok olup gidiyor.
Bu ölümler kaderin bir parçası mıdır, değil midir? Bunu bu sahanın çizgisiyle kalbi gerçek manada atanlar açıklasın. Ancak, insan aklı ve öngörüsü, kaderin çizgisini çevreleyen nedenleri önceden fark etmek üzerine kurgulanmış mıdır? En azından bu çağın teknolojisi için bunu söyleyemez miyiz? Öyleyse, tüm bu yıkımlar ve ölümler, tedbirin alınmamasından kaynaklanan körlükten başka nedir? Coğrafyamızda bulunan bu afetin ortaya çıkardığı sonuçlar ihmalkârlığın ve unutkanlığın sonucu değil midir? Ama tam da buraya bir ekleme daha doğrusu bir dipnot düşmek istiyorum: Eğer insan hileyi, ihmalkarlığı, üçkağıtçılığı ya da olumsuz bir duruma sebep olacak dalavereyi çevirmezse veya sırf kendi menfaati için tuzak kurmaya yeltenmezse hangi bozuk sistemin söz konusu şeyleri yapmak için yeterince gücü olabilir? Ya da hangi aklı evvel yıkıma yol açabilecek bir yolu kendisine açılmış olduğunu görebilir?
Unutmak, sadece bir zayıflık değil aynı zamanda onun kadar kabullenmenin de yansımasıdır. Ve bu kabullenişin teslimiyetle de alakası yoktur. Acıdan kaçınmak, sözüm ona hassas şahsiyetlerin o pürü pak ilahi kudrete teslim olduğunu söylemesi ve unutması, gelecek yeni acılara davetiye çıkarmıyor mu? Hâlbuki Coğrafya’nın verileri bilimsellikle incelediğinde toprağın her gün kulağımıza ‘dehşeti’ fısıldadığını duyacağız…
Yıkım hafızamızda derin oyuklar açarken, bizi iyileştirecek olan unutma, suçu başkasına atma, tedbir almama değil; hatırlama ve acı hatıranın sorumluluğuyla yüzleşip hareket etmedir. Ve şunu ilave edeyim tarih, sırf onun tekrar etmesine izin veriyoruz diye tekerrür eder; bir ders alınmadığı için aynı şeyleri yeniden yaşatır durur.
Peki, unutmamak bu kısır döngüden çıkıp kalıcı bir şekilde hatırlamak ya da en azından önlem almak mümkün değil mi? Belki de bunun yolu, bir hiç uğruna toprağa gömdüklerimizin acısında değil, hala kucağımızda tuttuğumuz bebeklerin şen kahkahasında, coşkun yaşamındadır. Bebek hala kucağımızdayken, bir çiçek edasıyla mis kokusunu hala hissediyorken… Çok uzaklarda açtığını söylediğimiz o mis kokulu çiçeğin güzelliğine şahit olamk için tohum yeşertmek üzere…
Desteği bulunmayan düşüncelerin berraklığından şüphe ettiğinizi duyuyor ve görüyorum. Fakat sözcükler zihninde durmadan şekil değiştirirken, cümleler yığılarak bir metne dönüşecek. Siz şu an bir kez daha buna şahit olacaksınız. Ama eksik ama fazla…
…
Hâlbuki Yazmak bir tutkudur, ancak bu tutku çoğu zaman bir yazarın karşılaşacağı kısır bir gerçeklikle yüzleşmesi anlamına gelir. Bu gerçeklik, geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmanın sadece yazma yeteneğiyle mümkün olamayacağı durumudur. İçi kabına sığmayan amatör ya da profesyonel çoğu yazarın karşılaşacağı şey budur. Bu gerçeklik, yazım serüveninde geniş bir kitleye hitap edebilmenin önüne set çeken kendi koşullarının standardın altında olması hakikatiyle aynı anlamı taşır. Yazarın çevresel olanaklardan yoksun olması, onu yılgınlığa sürükleyebilir. Evet, belki de tıpkı sana sahip olan yılgınlık gibi. Reklamını yapacak, seçenekler arası tercih yapamanı sağlayacak, ortaya çıkaracağın metni sahiplenip piyasaya sunacak bir “ağ”a da sahip değilsin. Belki kalemin güçlüdür, ama bu gücün tek başına yeterli olmadığı apaçık ortada değil mi?
Bu durumu anlayabiliyor musun peki? Neden güçlü bir kalem, geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmak için yeterli olmaz? Pierre Bourdieu'nun “Kültürel Sermaye” olarak adlandırdığı kavram bunu anlamak için bir kapı olabilir. Yazarın yalnızca yeteneği değil, bağlantıları ve toplumsal konumu da büyük önem taşır. “Kültürel Sermaye”ye sahip olmayan biri, ne kadar bütünlüklü, nitelikli ve keyif verici yazarsa yazsın “Görünürlük” konusunda epeyce zorlanacaktır. Her ne kadar bunun aksi yönde olduğunu destekleyecek istisnai örnekler bulunsa da bu durum sadece yüzde ikilik bir kesimin ulaşacağı bir sonuç olacaktır. Dişiyle, tırnağıyla kazıya kazıya ilerleyen, kendinden emin, arka plandaki hikayesi dramla katışık şanslı yüzde iki… Bu yüzde ikilik sapmanın bence iki nedeni var. Birincisi yüzde ikilik dilime girmeyi amaçlayan insanların ( veya yazarın) bir hayal içerisinde boğulmasını sağlayacak bilinçli oyun, ikincisi ise (ki asıl mesele bunu başarmak) piyasayı elinde tutanların karşı koyamadığı, engelleyemediği “Mutlak Kudret”in ihsanı. Bu ihsan durumunu bir örnekle açıklamak istiyorum. Vereceğim örnek yazma serüveni ya da yazarla alakalı olmayacak. Çünkü yazı boyunca asıl söylemek istediğim şey söz konusu durumu hayatın herhangi bir noktasıyla temasın kurulmasını sağlamak. Örneğe gelince 1925 yılının kışında, Alaska’nın dondurucu beyaz örtüsü altında bir köpek, insanların hayatını kurtarmak için kendi sınırlarını aştı. Togo, karanlık fırtınalarla savaşarak yüzlerce kilometre yol kat etti ve difteri hastalığının tedavisini taşıdı. Onun hikâyesi bugün yeni yeni görünürlük kazanıyor. Togo’nun kahramanlık öyküsü aradan geçen uzun yıllar sonra yeniden yazıldı ve anlamı yeniden keşfedildi. Ne demek istediğimi anlamak için ilk önce 2019’da çekilmiş ‘Togo’ isimli filmi izleyin sonra ise Togo’nun esas hikayesini araştırın. Siz bunu yaptıktan sonra daha net anlaşılacağımı umuyorum.
Yazım serüvenine tekrar dönecek olursak, başka bir yönü ise şu: Popüler kültür ve tüketim alışkanlıkları yazarı kolayca etkisi altına alabiliyor. Yazılanların bir ürün gibi değerlendirildiği uzay çağında, içerikten çok onun nasıl sunulduğu önem kazanıyor. Bir yayının renklendirilmiş kapağı, sıradışı tanıtım videosu ya da yazarın sosyal medyadaki etkinliği daima metinden daha fazla dikkat çekiyor. Senin bakış açın ve nevi şahsına münhasır özelliklerin bu dinamiklerin içinde kendine ne kadar yer bulabilir ki? Bugün bir yazarın sosyal medya hesaplarındaki etkinliği, neredeyse kitabının içeriği kadar önemli hale geldi. İsim vermeden “gibi” modern yazarlar, kitaplarının sosyal medyada viral olması sayesinde milyonlara ulaştı. Bu da bize yazarlığın aslında kalemle değil, pazarlama stratejisiyle yapıldığını gösteriyor. Buna kalıcı bir yanıt bulmak kolay değil, mi diyeceksin. O zaman aynaya bakıp “Ben kültürel sermayeyi kazanmak için popülist olup yolumdan mı saptım?” sorusu ile yüzleş.
Felsefi olarak bakıldığında ise durumu biraz daha geniş bir şekilde değerlendirebiliriz. Arthur Schopenhauer'in dediği gibi, “Sanatın Değeri Anlaşılır.” Evet, muhakkak bir gün sanatın değeri anlaşılacak, er ya da geç bir şekilde sanat gün yüzüne çıkacaktır. Çünkü unutmaman gereken gerçeklik ”Mutlak Kudretin İhsanı.” Çünkü anlamsız metinler arasında eserinin fark edilmemesi, onun değersiz olduğu anlamına gelmez. Sosyal medyada sıradan bir kitabın, yaratıcı bir tanıtım videosu veya etkileyici bir yazar portresiyle büyük bir ilgi gördüğüne şahit olmuşsunuzdur. Bu durum, sahte imajın eserin kalitesinden daha önemli hale geldiği modern dünyayı simgeler. Ve sen ise şunu iyice düşün, asıl hedefin görünürlük mü, yoksa bir kalbin bam teline dokunup kâinatı dokumak mı?
Tüm bu düşünceler arasında yine de yazmaya devam edeceksin, etmelisin de. Vazgeçmeden emek harcayarak ilerlemelisin. Çünkü senin yazmak için ortaya koyduğun ifade biçimin, bir varoluş yolu. Kendini ispatlayıp o kudretin ihsanını kendi üzerine çekmeyi başarma çabası. Kalemimle kurduğun bağ, okuyucunun ruh dünyasında bir coşku yaratmak sancısıdır. Yazmak, geniş bir kitleye ulaşmanın ötesinde, insanın kendi varoluşunu keşfetmesidir. Bu hakikat, her yazar için bir umut ışığıdır. İlerledikçe vazgeçmemen gerektiğini öğreneceksin. Eğer burada kalıp pes edeceksen, buraya kadar neden ilerledin ki? Daima kalem ile kalmanı umuyorum. Bu kalem bazen boş beyaz sayfada tebessüm ettiren bir sözcük olurken, bazen bir mühendisin imar etmek için baktığı bir proje, bazen bir ressamın çizdiği bir nehirde avlanan bir balıkçı olurken bazen de nasıl hayatta kalınacağını anlatan antik bir öykü olacak. Ama daima arka planı dramla işlenen, neliği belli olan, süsten uzak yalın bir deyiş olacaktır. Yoldan sapma ve ilerlemeye devam et. Çünkü yol seni gitmek istediğin yere ulaştıracaktır.
Yazının DevamıYoğun bir hüzün içerisindeydim. Soğuk ve gri bulutlar pencereden izlediğim gökyüzünü kaplamıştı, tıpkı içimde biriken düşünceler gibi bu keder yüreğimi sıkıştırıyordu. Yağmur damlaları yavaşça toprağa karışırken, her biri içimdeki ağırlığı daha derine gömüyordu. Sokaklar ıssızdı, yalnızca rüzgarın uğultusu ve uzaklardan gelen çığlıklar, kasvetli bir tedirginlik yaratıyordu. Bu sessizlik, insanın ruhunu boğan bir bunalımın yansıması gibiydi; adeta ölümün habercisi, ama kimse ölmüyordu.
İnsanlardan kaçıp eski, yıpranmış bir koltuğun köşesine sığındım. Gölgelere dalan bakışlarım, sevinci bir daha asla yakalayamayacakmış gibi hissediyordu (En azından dünyanın geldiği noktayı düşünürsek bu pek mümkün görünmüyor). İçimdeki acıdan kurtulmak istiyordum, fakat her şey beni derin bir sessizliğe çekiyordu. Sonbaharın sararmış yaprakları rüzgarda savruldukça, sanki her biri bir parçamı alıp götürüyordu. Ağaçlar her yaprak dökümünde beni biraz daha uykuya yaklaştırıyordu. Doğa bile bu kederi paylaşıyor gibiydi, her şey sessiz bir ağıt yakıyordu. Eşyalar bile… Masa melankolik, gıcırdayan kapı dertliydi. Uzaklardan yankılanan martının çığlığı ise, sadece bu sessizliğe eşlik eden bir kahkaha gibiydi.
Pencerenin ardında beni kucaklamak için bekleyen denizi izledim. Okyanusun gri tonları, içimdeki kederin bir yansımasıydı. Soğuk dalgalar arasında kaybolmuş bu umutsuzluk, sanki denizle bir olmuştu. Mavi denizi bir kenara bırakıp gri tonlardaki dalgalara odaklandım. O sularda yalnızca “...” buluyordum. Her dalga, içimdeki hislerin yankısıydı. Sanki deniz, acılarımı/zı/ alıp bilinmeyene sürüklüyordu.
Odaya, tavana, gökyüzüne, denize, hatta ruhuma sinmiş bir ağırlık vardı. Bundan hiç kimse kaçamıyordu.
…
Sahilde yürümek için dışarı çıktım. Denizden gelen esinti, içimde yankılanıyordu. Gözlerimi biraz önce pencereden izlediğim dalgalara çevirdim. Bir an için dalgaların arasında kaybolmayı düşündüm; denizin belirsiz sonsuzluğunda, kimliğimi, acılarımı ve tüm ağırlığımı geride bırakarak...
Ayaklarımın altındaki ıslak kumların soğukluğunu hissederek ilerledim. Her adım, beni daha da denizin içine çeker gibiydi. Dalgalar ayak bileklerime kadar yükseldiğinde duraksadım. Belki de bu deniz, yalnızca kederin değil, bir kurtuluşun da habercisiydi. İçimde bir yerlerde, derinlere gömülmüş bir umudun varlığını sezinledim. Her şeyin, bu gri bulutların, bu sessiz çığlıkların ötesinde bir anlamı olmalıydı. Rüzgar biraz daha şiddetlendi ve sanki doğa, içimde yankılanan bu kargaşaya eşlik ediyordu. Bir anlığına durup derin bir nefes aldım. Belki de bu karanlığın içinden çıkmanın tek yolu, onunla yüzleşmekti. Denize son bir kez baktım; soğuk dalgaların altındaki o boşluk, bana artık korkutucu gelmiyordu. Ya da bu şekilde hissetmek istiyordum…
1985, uzun metraj Akira Kurusowa filmi. Filmin Shakespeare’in ünlü yapıtı “Kral Leardan uyarlanma olduğu söylenir. Oysa ben, filme konu olan hikâyeyi daha öncesinden dile getirilmiş doğu masallarının birinde anımsadığımı biliyorum. Fakat tam olarak nereden olduğunu bir türlü hatırlayamıyorum (ki zaten Shakespeare’in de Kral Lear’ı uyarlayarak yazdığı söylenir.)
Film, Japon tarihinin 16. yy dönemindeki feodal savaşlarını konu almaktadır. Aynı zamanda Japonya'da dönemin ünlü savaş lordu Hidetora Ichimonji'nin yaşadığı trajik düşüşü akıcı bir şekilde aktarmaktadır. Yaşlandığı için eski gücünü ve ihtişamını kaybeden Hidetora, üç oğluna topraklarını paylaştırırken büyük bir savaşın patlak vermesine neden oluyor. İhanet, intikam, sadakat, aile ve güç ilişkileri gibi temaları da gözden kaçırmayan film, Kurosawa’nın gözüyle o dönem toplumundaki değerleri ince eleyip sık dokuyarak sorgulanmaktadır. Filmdeki konunun işleniş şekli her ne kadar Japon kültürünü yansıtsa da filmi izlerken Japonların dünyasında bulunan kırılmalara, gerilimlere benzer şeyleri iç aleminizin derinliklerinde bile yaşayacak ve kişi ve olaylarla empati kurmaktan uzak duramayacaksınız.
"Ran" sinema eleştirmenleri ve genel izleyici kitlesi tarafından Japon sinema tarihinin en büyük yapımlarından biri olarak kabul edilmektedir. Açık ara farkla izlediklerimin en iyisi. 7 Samuray ve Rashomon benliğimde bu filme yakın izler bıraksa da Ran zihnimde daha başka bir yer edinmiş vaziyette. Film, görsel açıdan muhteşem sahneler, çarpıcı renk kullanımları, etkileyici müzikleri ve başarılı oyunculuk performanslarıyla büyük bir etki yaratmayı başarmıştır. Ayrıca, Kurosawa'nın sinematik üslubu, düşünce derinliği ve insan doğası hakkındaki gözlemci bakış açılarıyla da övgüyü fazlasıyla hak ediyor.
.Filmde bir baba (kral, hükümdar, lider, yönetici), üç oğul ve hükümdara biat edenler ve etmeyenler arasında mücadeleler usta bir işçilikle işlenmiş durumda. İzlerken sıkılmıyor aksine kimi sahnelerde insan kendisini filmin dünyası içerisinde buluyor. İlerleyen dakikalarda ihanet, entrika ve vefa üçgeninin keskin uçları parmak uçlarınıza değecek, kanınızın damla damla toprağı suladığını şaşkınlıkla izleyeceksiniz. En önemlisi ise bir kralın verdiği hatalı bir kararla deliliğe açılan yollarn nasıl da ardı ardına açıldığını seyredeceksiniz. Ölüm, terk ediliş, açlık, kovulma, tekrar kovulma ve umudun tam tükeneceği yerde beklenmeyen davet göze çarpacak…
Sanırım bir filmde en çok dikkat edilen şey karakterlerin değişim süreci ve oldukları nokta ile geldikleri noktanın aktarımıdır. Filmi izlerken karakterlerin geldikleri noktayı yadırgamayacak bilakis işçiliğin çok iyi yapıldığını, karakter gelişimlerinin ne denli güzel yapıldığını kendi gözlerinizle göreceksiniz.
Yazının Devamıİnsan bu asırda kalpsizdir; belki de her asırda kalpsizdi. Bunun böyle olduğunu sözcüklerle ifade edebilecek kadar bilgili ve anlatımı istenilen düzeyde açık tutmayı amaçlayacak kadar cesur değilim.
İnsan bu asırda gaddardır; belki de her asırda gaddardı. Bunu sırf acı çeksin diye başka birinin verdiği 'akıl'larda hep gördük. İnsanın sert yüzünü iliklerimize kadar hissettiğimiz kuşkusuz bir gerçek. Nahif şiirler yazamıyor ya da ince notalı ezgilere aşina olamıyoruz. Kelimeler peşi sıra dizildiğinde beklentimiz ya ters köşe olma ya da sürpriz bir sonla bitme eğilimindedir. Çünkü yaşanan yıkımın dile getirilişi ilgimizi çekmiyor. İyi ve fayda dikkate değer olmuyor artık. Bir sanat filminin damağımızda bıraktığı tat ise sadece 'dramın hazzı' olarak kalıyor. Kendimizi kahramanın yerine koyup, yaşadığı hiçbir şeyi yaşamadan zafer edasıyla sadece sona ulaşıyoruz. Sonu hiç gelmeyen sonlara!
İnsan bu asırda laf cambazıdır; belki de anlamaya kapalıdır. Çünkü hep anlaşılmak derdindedir. Oysa çağın anlayışsızlığını kurtaracak şey; sözcükleri afili kullanma özgürlüğünde değil, insan olmamızı sağlayan sadelik ve basitlikle olacaktı. Sözcükler, mizan vakti tartıya denk düşünce en edebi olanı, her şeyi ama her şeyi en detaylı tasvirleriyle müjdeleyecek ya da pişman edecek vakitte gerçekleşecektir.
... Halbuki keşfedilmesi gereken özel bir güç var. Yıkıcı olmayan, onaran - tamir eden. Bunun insana bakan tarafı eşsiz ve mükemmeldir. Sanırım... Evet evet, hiç kuşkusuz bu güç kâinatın merkezi ve en sarsılmaz kalesidir. Kaçınılmaz bir şekilde tüm güzellikleri, tüm iyi hususiyetleri, tüm iyi meziyetleri içerisinde barındırır. Varlıklar arasında sadece insanda bulunmayan ve ancak sadece insanda gerçek yansıması olan; farklılığının ve vicdanın habercisi, hayata anlam katan olumlu tarafın ta kendisidir. Toprağa sımsıkı bağlanmış asırlık çınar ya da kökleri her tarafı saracak anlayış damarı gibi.
İçtenliğin, samimiyetin anlamı yitirilmemişse, bir patlamada yaralara merhem olacak, çarpışmaları engelleyecek, tüm yıkımlara dur diyecek kadar büyüktür bu güç. Kanadı kırık kuşun özgürlüğü, yetim bebeğin katıksız aşı, göğü delen dalın yükselişi, kadının - suçsuz bebeğin haykırışı, bir yaşlının umududur o.
Ancak, dünyayı bu sefil ve umutsuzluk veren karanlıklardan koruması gerekiyordu. Yani insanı, bitkiyi, hayvanı; dağı - taşı. Yaşlıyı, çocuğu ve genci. Kadını, masumiyeti ve kadını. Yuvasını kaybetmiş bir karıncayı ya dadalları sırf keyif için kesilmiş bir ağacı veyahut bir kuşu. Henüz uçmayı öğrenmiş ama kanadı kırık bir kuşu korumalıydı! Ama hayır, ona sahip olmayanlar kirletti tüm bunları. Onların içinde iyilik yoktu. Onlar mahrumdu o kutsal şeyden. Onlar kötüydü.
O kötüler ezmeye, yok etmeye kalkıştılar. Bu yüzden iç âlemimiz, sınırlarımız ve anlayışımız küçük bir nokta haline geldi. Daraldı. Daraldı yollar, tıpkı kafalar gibi, çıkmaz oldu bütün sokaklar, tıpkı ilerisi olmayan gelecek gibi…
İlerlemeyi, ufka ulaşmayı engelleyen duvarlar türedi kötülerle beraber. Kül oldu dünya, her şey ufaldı. Un ufak oldu. Hâlbuki küçülmesi gereken sadece mesafelerdi ve sadece çürümüş buğday ufalmalı ve bir kütük kül olmalıydı.
Evet, dünya küçüldükçe insan. İnsan küçüldükçe beşer oldu. Hakikatin bize dönük yüzü küçüldükçe küçüldü.
Değer verdiğimiz şeylere olan inancımız zayıfladı, kutsadıklarımız en iğrenç şekillerde alaşağı edildi. İnancımız zayıfladıkça kendini daha çok saklamaya başladı, daha derinlere doğru çekildi. Saklandı. Sadece bazılarımıza, en hisli olanlarımıza görünür oldu, gayrısından kaçtıkça kaçtı.
… Hâlâ kaçıp gidiyor. Yakalayamıyoruz. Gitti! Derinliklerimize doğru, en derinlerimize doğru gitti. Seslenmediğimiz için artık kulakları da tıkalı. Oysa kötülerle baş etmeye çalışmalıydık. Yapmadık. Yapamadık. Yıkıldık. Yıkılıyoruz.
Bir bebeğin bakışları kadar masumdu. Kaynağı, bebeği korur gibi korumalıydık. Bebeği korumadık... Koruma amacımız yoktu zaten. Hayallerimizde hedef için her yolun mubah olduğu gerçeği vardı.
Onlar kötüydüler. Biz de kötüydük. Oysa bebek ne kadar da masumdu!
Bebekler; sahiplendiği şeyi gücü olmamasına rağmen korurdu. Bunu en insani şekilde, yani ağlayarak yapardı, çığırtkanlık yaparak değil. Varlığa asla düşmanca bakmazlar ki onlar. Çünkü her iki hayatın en neşeli tarafı, hassas kuşudur onlar. İnsanın ne ten rengine ne de eksikliğine takılırlar.
Bir zamanlar biz, evet, biz, şimdinin büyükleri... Bir zamanların bebekleriydik. Anlayışlı olacağı ümit edilen, yolda yürürken bir böceği dahi ezmeyecek olan! Savaşı bir kenara bırakalım, haksız yere sesini dahi yükseltmeyecek olan… Büyüdük. Hızlı hızlı ayak uydurduk olumsuzluklara, henüz ilk adımı atarken kaybetmeye başladık o eşsiz güzelliği. Öyle yavaş ve sinsice ilerledik ki onun kutsallığını, önemini her geçen gün daha fazla kaybettik. Bize önemsiz ve işe yaramaz gelmeye başladı. Oysa insani şeylere ilgimiz vardı, kaybetmeme pahasına dövüştüğümüz. Uğruna ölüp ölüp dirildiğimiz. Bağlılığımız kaybolmaya yüz tutarken elimizde kalan son şeydi bu. Yitirdik.
Yağmur yağsa da içimize, köklerimiz tekrar filizlense ya… Kendimizi bKötülerin ezme ve yok etme girişimlerine karşı direnmedik. Bu yüzden iç dünyamız, sınırlarımız ve anlayışımız küçük bir noktaya indirgendi. Daraldı. Yollar daraldı, tıpkı kafalar gibi, tüm sokaklar çıkmaza gitti, tıpkı umutsuz bir gelecek gibi...
Kötülerle birlikte ilerlemeyi ve ufka ulaşmayı engelleyen duvarlar ortaya çıktı. Dünya küle döndü, her şey ufaldı. Un ufak oldu. Oysa küçülmesi gereken sadece mesafelerdi ve çürümüş buğday ufalmalı, bir kütük kül olmalıydı.
Evet, dünya küçüldükçe insan küçüldü. İnsan küçüldükçe sıradanlaştı. Hakikatin yüzü bizimle birlikte küçüldü.
Değer verdiğimiz şeylere olan inancımız zayıfladı, saygı duyduklarımız en iğrenç şekillerde yıkıldı. İnancımız zayıfladıkça daha çok kendimizi saklamaya başladık, daha derinlere çekildik. Saklandık. Sadece duygusal olanlarımız için görünür olduk, diğerlerinden kaçtıkça kaçtık.
...Hâlâ kaçıp gidiyor. Yakalayamıyoruz. Gitti! En derinlerimize, içimize doğru gitti. Artık onu çağırmadığımız için kulakları da tıkandı. Oysa kötülerle baş etmeye çalışmalıydık. Ama yapmadık. Yapamadık. Yıkıldık. Yıkılıyoruz.
Bir bebeğin bakışları kadar masumdu. Onu korumalıydık, gücü olmasa bile. Bebeği korumadık... Zaten korumak niyetimiz de yoktu. Hedeflerimiz için her yolun mubah olduğu düşüncesi vardı.
Onlar kötüydü. Biz de kötüydük. Oysa bebek ne kadar masumdu!
Bebekler; sahip oldukları şeyi güçleri olmasa bile korurdu. Bunu en insani şekilde, yani ağlayarak yapardı, bağırmadan. Onlar hiçbir varlığa düşmanca bakmazlar. Çünkü iki hayatın en neşeli yanı, onların hassas kanaryasıdır. İnsanın ten rengine veya eksikliklerine takılmazlar.
Bir zamanlar biz, evet, biz, şimdiki büyükler... Bir zamanların bebekleriydik. Anlayışlı olacağımız umut edilen, sadece yolda yürürken bir böceği bile ezemeyecek, savaşı bir kenara bırakalım, haksız yere bile sesimizi yükseltmeyecek olan... Büyüdük. Olumsuzluklara hızla uyum sağladık, henüz ilk adımımızı atarken o eşsiz güzelliği kaybetmeye başladık. O kadar yavaş ve sinsice ilerledik ki, onun kutsallığını ve önemini her geçen gün daha da fazla kaybettik. Önemsiz ve işe yaramaz görünmeye başladı. Oysa insani değerlere ilgimiz vardı, onu korumak için ölümüne savaştığımız. Bağlılığımız kaybolurken elimizde kalan son şeydi. Onu kaybettik.
Yağmur yağsa da içimize, köklerimiz tekrar filizlense... Kendimizi yeniden keşfetsek… Tıpkı..!
… Ama… İnsan bu asırda kalpsizdir; belki de her asırda kalpsizdi. Bunun böyle olduğunu sözcüklerle ifade edebilecek kadar bilgili ve anlatımı istenilen düzeyde açık tutmayı amaçlayacak kadar cesur değilim.
Hayatın başlı başına “tek hakikat” olduğunu ve her şeyin bu hakikat içerisinde şekillendiğini
söyleyebiliriz. Ancak, yaşam serüvenindeki deneyimler, farklı düşünce ve fikirler kişiye özel
olduğundan, inşa ettiğimiz öznel gerçekliği tek ve sarsılmaz hakikat olarak görürüz. Çelişki gibi
görünen bu ifadelerde herhangi bir problem olmadığını düşünebilirsiniz, fakat şunu sormaktan uzak
kalamayacağım: Nasıl olur da aynı hakikat etrafında toplandığını iddia edenlerin ölümüne savunduğu
ya da uğruna kelleler aldığı duruş biçiminde çıkardığı sonuçlar birbirinden farklı olabiliyor? Aynı
sözcük birini savaşçı yaparken nasıl oluyor da bir başkasını sakinleştirmeyi başarıyor?
İki kere iki eşittir dört, matematiğin en temel ön koşuluydu. Matematik için referans alınan bu
koşulla sayılar, kimsenin itiraz etmeyeceği şekilde inşa edildi. Dünyanın neresine gidersek gidelim,
matematikteki bu önkoşul her yerde aynı gelişimde şekillendi. Bu değer, farklı biçim ve formlarla
telaffuz edilse de ifade ettiği şeyin rakamsal değeri değişmemekteydi. Yani, yaşam serüvenindeki
deneyimler ve farklı düşünce ve fikirler kişiye özel olsa da kanun hükmünde bulunan bu veri, insanlığı
adeta yekpare haline getiriyordu.
Bu bilimsel ilke, insana neden sözcüklerin manalarının sayılar gibi her yerde aynı anlama
gelmediğini sorgulatıyor. İnsan, tabii olarak sayılar dünyasındaki bu değişmez yasaların, herkesi bir
arada toplayan gizlenmiş kodların, herkesçe aynı manaya gelen ve düşüncede dahi yansıması
değişmeyen verilerin sözcüklerde de olmasını istiyor. En azından kelimelerin dünyasında böyle bir şey
olsaydı, daha mutlu ve tutarlı olurduk. Ancak, konuşmaya başlarken ilk söylediğimiz şeyin anlamı
çoğu zaman muğlak ve belirsiz oluyor. Belirsizlikle birlikte mecaz anlatım yolunu da tercih ediyoruz. Ve
bizler çok iyi biliyoruz ki 'dil' kanun ya da teori değildir. Bu da dili eğilip bükülmeye maruz kalan bir
nesne haline getiriyor. Sözcüklerin sihirli kullanımıyla apaçık ortada olan bir hakikati inkâr etmemek
işten bile olmuyor, bunu da çok iyi biliyor ve buna çokça şahit oluyoruz. Laf cambazlarının kelimelere
kattıkları yeni bakış açılarından sonra aynı sözcük, zihnimizde yeni çağrışımlarla doğuyor ve
kelimelerin kırılgan yapısından dolayı "aynı" dilsel ifade hepimize ayrı ayrı pencereler açıyordu.
Örneğin, ‘kuş’ sözcüğünü ele alalım. Bu sözcük, kimimiz için serçeyi, kimimiz için kartalı,
kimimiz için de bambaşka bir canlıyı temsil edecektir. Her ne kadar ‘kuş’ derken zihnimizde kanatları
olan, iki ayaklı, gagasıyla beslenen ve yumurtlayarak çoğalan bir canlı şekillense de, serçenin kartal
olmadığı gerçeği bizi daima yanıltacaktır. Yeni bir şeyi icat etme tutkusuyla biri aslana kartal başı ve
kartal kanadı ekleyerek hayatımızda asla var olmayan yeni bir türden bahsedecektir. Ortaya çıkan yeni
türle birlikte kuş tanımımız genişleyecek ve bambaşka sonuçlar şekillenecekti.
Peki, bizler basit bir şekilde ifade edilen ‘kuş’ sözcüğünde bile ortak bir noktada
buluşamayacaksak konuyu nasıl kavrayacağız? Hangi noktalarda bir araya gelip hangilerinde farklı
olmamız gerektiğini nasıl anlayacağız? Toplu kavrama hareketini dile getirenler bile sarf ettiği
cümlelerle bizlerin bütününü yakalayamazken, biz dinleyiciler nasıl birleştirici bir hükme varacağız?
İşte tam bu noktada, dil için de tıpkı matematikte olduğu gibi ortak bir kabul ve belirleyici bir
referans noktası bulma gerekliliği baş gösteriyor. Söz konusu referans noktası hem bizim gibi olmalı
hem de içimizden en iyisi. Hem yiyip içmeli hem de asla israf etmemeli. Hem sesini en uzaktakine
duyurmalı hem de bağırmamalı. Hayatı sözcükleriyle; sözcükleri hayatıyla çelişmemeli. En önemlisi
'kırılgan' olmamalı. Yeri geldiği zaman en yakınındakine bir köleye layık gördüğünü layık görebilmeli.
Sağlam anlayışa ve çelik iradeye sahip olmalı. Söylemleri çağları aşmalı ve her çağda uygulanabilir bir
yol açmalı, problemin çözümü için uygulanabilir yöntem belirleyebilmeli. Daha önemlisi konuştuğu
zaman dile getirdiklerini ondan asırlar sonra gelsek bile o an yanındakilerin anladığı neyse bizim
anlayacağımız şeyin, çıkaracağımız sonucun farksız olmasını sağlamalı. Yorum yolunu kapalı tutmalı.
Örneklemi uzattıkça uzatabiliriz, oysa dünyamızda bahsi geçen konunun karşılık bulması çok
zor. 'İnsan, insanın kurdudur' tanımlaması ve bu tanımlamanın geniş bir kitle tarafından kabul
edilmesi de ayrı bir güçlük yaratıyor. Herkes kendi inancını temsil edeni 'en iyisi işte budur' diye görüp
daha makul bir fikre kapalı oldukça, hem zorluk artacak hem de bütünleştirici unsura ulaşmamız asla
mümkün olmayacaktır.
Acaba kelimeleri sayfaya nakşeden kişi, söylemin neresinde kalıyor, demek en tabii hakkınız.
Amaç aynı noktada buluşmak olduğu için sayfaya kelimeleri dizenin değil, hakikat diye gösterilecek
noktanın gerçekten hakikat olup olmadığı gerçeğidir. Eğer işi yazma eylemini gerçekleştiren şahsa
indirgersek sonuç değişmeyecek, aynı tepeden aşağıya doğru yuvarlanmaya devam edeceğiz.
Her şeyden bağımsız olarak, şimdi karşımıza çıkan sorun şu oluyor: Referans noktası olarak
kabul ettiğimiz insanın söylemlerini nasıl ortak bir şekilde değerlendireceğiz? Madem sözcükler
kırılgan ve kaygan bir zeminde, herkes yine içine doğan aydınlığa göre şekillendirmeyecek mi
hakikatini? Hâlbuki hakikat tek ve birdir. Eğer söylendiği gibi hakikat tek ve birse, o zaman bunu en iyi
ifade edeni dinlemek ve ancak ona tabi olmakla konu çözülebilir. Bu gerçekleştiği zaman problem
tereyağından kıl çeker gibi selamete kavuşacak ve kişi ile hakikat arasına giren her şey bertaraf
olacaktır.
Son durumda, referans kabul ettiğimizin verdiği mesaj, iki kere iki eşittir dört olarak
yüreğimize işleyecek ve matematikteki sayı birliği gibi dildeki anlam birliğini yakalayacağız. Ne mutlu
müjdeli haberi verene ve ona uyana. Ne mutlu "sevgili, en sevgili, ey sevgili" dağılmışken bizi tekrar
bir araya getireceksin, diyebilene.
---